Tıp’ta Destan Yazan Yiğit

62

     Prof Dr. Süreyya
Ülker’in tek başına hazırladığı:

     “Ülker Tıp
Terimleri Sözlüğü” destanımsı bir çalışmanın ürünüdür.

     Destan sayılması
gereken, görkemli bir anıt gibidir. Alanında çok değerli, eşsiz bir yapıttır.

     93.000 Tıp
teriminin Türkçe karşılıklarını içermektedir. Tıpla ilgili sözcükleri
barındırmaktadır.

 

     Sanki Türkçenin
göz alıcı Tıp Koru’sudur bu çalışma bize.

     Yabancı kelimeleri
bir bir Türkçeyle ne güzel getirmiş dize.

 

     İşte bu dev eser
sevindirdi bizi hem de delice.

     Bu çığırdan
yürüyecek kimseler olur daha nice.

 

     Geleceğe bu
ümitlerle bakarken; geleceği hazırlayacak dokundurmalara eğilelim biraz:

     İlaç kutularındaki
içerik bildiren, kullanışı anlatan, yan etkileri belirten tarif-nameler;

     Hemen hemen
tamamiyle Lâtince kelimelerden oluşuyor. Anlayana aşk olsun.

     Bu kapalılıkla, bu
anlaşılmazlıkla, acaba Tıpçılar kendilerinin kıymetini arttırmış mı oluyorlar?

     Yoksa bilinmezlik
perdesi arkasına sığınarak, değerlerini ortaya koymuş mu bulunuyorlar?

     Sanki böyle
yapmazlarsa, yüzlerine bakılmayacak.

     Sanki böyle
yazmazlarsa, gözden düşecekler.

     Sanki böyle meçhûllük
arzetmeseler, yüzlerine bakılmayacak mı sanıyorlar?

     Böyle düşünmeseler
bile, bu durum bizleri öyle düşünmeğe sevkediyor.

     Oysa bu görüntü
çok yanlış! Çok yersiz! Hiç bunlara lüzum yok.

     Doktor, hekim,
tabip ne dersek diyelim onlar;

     Her zaman en
değerli, en lüzumlu, en önemli kişiler olagelmiştir.

     Öyleyse bu yersiz
meçhullük / bilinmezlik perdesini aradan çekip çıkaralım.

     İlaç kutularının
içindeki tarif-namelerin,

     Açık seçik Türkçe
olması lâzım geldiğini açıkça kabul edelim.

     Çünkü bunları
okumakla ne doktor olunur ne de eczacı.

     Öyleyse niye bu
yabancı kelimelerin arkasına sığınma saplantısı içindeyiz.

     Niçin Lâtince
kelimelerin ardına saklanma ihtiyacı duyuyoruz?

     Anlaşılmaz
kelimelere sarılmak bir gereksinim mi acaba?

     Oysa ilaç
kutularının üstündeki yazılar ve içindeki açıklayıcı cümlelerle;

     Ne doktorluk elden
gider, ne eczacılık mesleği.

     Ama Türkçe’de
bulunmayan kelimelerle tarif-nameleri doldurmak,

     Güzel Türkçemizin
kan kaybına sebep oluyor.

     Her geçen gün,
dirilik ve zindeliğin zayıflamasına yol açıyor.

     Bizleri
birbirimize bağlayan bağlar gevşiyor, inceliyor!

     Bu gidişle,
zamanla kopacak hâle gelmeleri bile, mümkün ve olası.

     Üstelik milleti
millet olmaktan çıkarır, birbirine yabancı yığınlar hâline getirir.

     Bu biraz da,
Tıbbın kaynağı olarak, sırf Batı’nın bilinmesi yanlışlığından ileri gelmekte.

     Oysa, Avrupa
Ortaçağ karanlığında bunalıp dururken ve bu zincirleri kırmağa çalışırken;

     Hemen yanı başında
Endülüs Emevî Devleti’nde ve bunların devamı İslâm devletlerinde Tıb;

     En makbul bir ilim
olarak zirvedeydi.

     Avrupalı gençler
tahsil için Endülüs’e / İspanya’ya koşuyor.

     Hattâ ortaçağ
papazları gençlik elden gidiyor diye dövünüyorlardı.

     Çünkü Avrupalı
gençler, ilim için Müslüman Endülüs’e koşuyor.

     Arapça öğreniyor.
Papazları çileden çıkarıyorlardı.

     Yani demek
istiyorum ki, Tıbbın temelinde sırf Batı yok. Sadece Lâtince var değil.

     Eski Yunanda
canlanan Tıp ilmini, Müslüman Tıp âlimleri yanlışlıklarından ayıklayarak,

     Doğru temele
oturttular. Tıbba, doğru akış verdiler. Doğal sürecini başlattılar.

     Haçlı seferlerinin
doğurduğu ilişkiler, Sicilya ve Endülüs kanalı

     Ve hatta Osmanlı
ülkesinden öğrendikleriyle, Tıp ilmi Batı’da filizlenmeğe başladı.

     Ve kaldığı yerden
Batılılar Tıp ilmine katkılarda bulundular. Gelişmesini sağladılar.

     Öyleyse yersiz
aşağılık komplekslerden sıyrılalım. Her ilim gibi Tıp da,

     İnsanlığın
müşterek malıdır. Kimsenin inhisar ve tekelinde değildir.

     Elbette güzel Türkçemizin
her şeyi ifade imkân ve yeteneği vardır.

     Türkçeyi ihmal
etmeyelim. İkinci plâna itmeyelim. Türetmeye elverişli olduğunu bilelim.

     Yabancı
kelimelerin sayısını; hiç olmazsa en aşağı seviyeye indirelim.

     Bunun mümkün
olacağına inananların son ve en büyük halkasını

     Sn. Prof. Dr.
Süreyya Ülker hocamız gerçekleştirmiştir. Öyle bir çığır açmıştır ki,

     Arkadan
geleceklerin, onu izleyeceklerin sayısı hep artacak, inanın hiç
eksilmeyecektir.

     “Sebep olan yapan
gibidir.” hükmünce Sn. Süreyya Ülker hocamız;

     Kendisinden sonra
yapılacakların da yapıcısı sayılır. Ne mutlu ona.

     Ve ne mutlu bu
millete ki, böyle çalışkan kişileri, arasından çıkarmasını bilmiştir.

     Öyleyse Sn.
Süreyya Ülker hocamıza en yerinde teşekkür şu olmalı:

     Tıp mensupları
ister akademik personel, ister öğrenci olsun eserine sahip çıkmalılar.

     Tıbbın başucu
eseri olmaya lâyık bu yapıtı almalı va aldırmalıdırlar.

     Tabii ki, Türkçe
âşığı kimselerin de esere bigâne / lâkayt

     Ve kayıtsız
kalmamaları içten temennimizdir.

     Unutmayalım ki “Marifet,
iltifata tâbidir. İltifatsız meta’ zâyidir.”

     Hocamızın daha da
verimli olması; bilelim ki, bizlerin elindedir.

     Bizlerin ona sâhip
çıkmasına bağlıdır.

     Bizlerin ona sâhip
çıktığımızı bu şekilde göstermekle kabildir.

     Akan bir çağlayanı
akmaz kılacak davranışlardan kaçınmak da

     Üstümüze düşen
hayatî / yaşamsal bir vazife ve görevdir.

Önceki İçerikBir Mutluluk Öyküsü
Sonraki İçerikO s m a n l ı B a r ı ş ı Çok Kültürlü Yapı ve Mardin’de Birlikte Yaşama Kültürü
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.