Ne oldu bu millete, ne oldu? En ufak bir mes’elede sinirleniyor, kaba kuvvete başvuruyor! Bununla da yetinmiyor! Eline ne geçerse, onunla hücuma geçiyor! Bıçak çekmeler, silâhını ateşlemeler, küfürlü bağırıp çağırmalar; peşpeşe birbirini kovalıyor! Sonuçta yaralanmalar, ölümle sonuçlanmalar, acı bir manzara olarak karşımıza çıkıyor! Tabii son pişmanlık fayda vermiyor! Kimi hastahane, kimi hapishane köşelerine düşmüş oluyor!
Bütün bu hâdise ve olayların fâilleri Müslüman, Mü’min ve Müslim kimseler! Elbette bütün bunlara sebebiyet verenler; dinden, imandan olmuyor; fakat büyük günah işlemiş durumuna düşüyorlar!
Bu nasıl Müslümanlık? Yapılanlar İslâma yakışıyor mu? Diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Evet tahkîkî / hakîkî değil de, taklîdî / sözde iman / inanç sahibi oluşumuz; bu çeşit yanlış söz ve hareketlere yönelmemizin baş sebebi.
Çünkü:
Allah’ın bir olduğuna inanmak demek olan tevhid iki çeşittir. Birisi âmiyane / basitçe, üstünkörü tevhiddir ki, “Allah’ın şeriki / ortağı yok ve bu kâinat O’nun mülküdür” der. Ne lâyıkıyla Allah’ı tanımak ister! Ne doğru dürüst Peygamberi bilir? Ne de inandığı, başı üstünde tuttuğu Kur’anı merak eder! Bu kısım tevhid sahiplerinin, fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. Bu gibiler, gaflet ve dalâletle / İslâma aykırı bakışlar edinerek; Müslümana yakışmayan tavır ve hareketlerde bulunabilir.
İkincisi hakikî tevhiddir ki, “Allah birdir, mülk O’nundur, vücut O’nundur, her şey O’nundur” der. Lâyetezellel / sarsılmaz, güvenilir ve devamlı bir itikada / inanç ve imana sahip olur. Bu kısım tevhid sahipleri her şeyin üstünde, Cenab-ı Hakkın sikkesini / alâmet ve nişanını görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede Allah’a karşı; huzurî / bizzat yanında veya karşısında bulunuyor gibi, bir tevhid melekesi / daimî bilgisine malik olurlar. Böylece dalâlete düşmez / hak ve hakikatten sapmazlar. Evham / vehim, zan ve kuruntuların taarruzundan kurtulurlar.
İşte bu şekilde hakikî tevhid sahibi olan kimse, Allah’ın; bütün amellerinin sûretlerini aldırıp yazdırdığını, fiillerinin neticelerini muhasebe için hıfzettirdiğini bilen kimse, Allah’ın yasaklarını çiğneyebilir mi?
Bu âlemin Yaratıcısının; başka ve bâkî / daimî bir Âlemi olduğunu ve kullarını oraya sevk edip hesap soracağını bilen bir kul, Allah’ın emirlerine karşı gelebilir mi?
Bu âlemin mutasarrıfı / tasarruf edeninin tam bir hafiziyeti olduğunu; öyle ki, küçük büyük hiçbir şeyi eksik bırakmadan; her şeyin içine yazıldığı kitap olan Kitab-ı Mübin’de kaydettirdiğini bilen bir kul; Allah’a âsî gelebilir mi?
Allah’ın en küçük bir hâdise ve olayı, en basit bir işi ve en ehemmiyetsiz bir hizmeti bile yazdırdığını; üstelik mülkünde cereyan eden her şeyin sûretini aldırdığını bilen bir Müslüman; O’na karşı çıkabilir mi?
İşte bu hafiziyetin / muhafaza edip korumanın; özellikle mahlûkatın en itibarlısı ve en şereflisi olan insanın; en büyük ve en ehemmiyetli amellerinde bir muhasebenin / bir hesaba çekmenin olacağına işaret ettiğini gören bir insan; Allah’ın buyruklarını çiğneyebilir mi?
“(Kendisine tebliğ edilen dini tasdik etmeyen, hakikati yalanlayan, kibirlenen, çalım satan; bunların yanında inandığını söylerken, inancının gereğini yapmayan) insan (öldükten sonra dirilmeyeceğini ve) kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?
(Böyle zanneden varsa, kendi yaratılışı üzerinde bir kere daha düşünsün.)
(Kıyamet: 36, Veli Tahir Erdoğan)
Evet; “İnsan zanneder mi ki, başıboş kalacak?”
Yarın sorguya çekilmeyecek! Öyle değil:
Büyük küçük her şeyden hesaba çekilecek,
Haşre ve ebede gidecek.