1960’lı, 70’li yıllarda Hukuk Fakültelerinde, Siyasalda sağcıların okuması mümkün olmuyordu.
Hele ODTÜ, geleceği şekillendirecek ilim ve bilim adamları(!)’nın tatbikat sahasıydı.
Sular hiç durulmaz, hiçbir bölümüne sağcılar giremez ve sol fraksiyonların taşlı, sopalı eğitimleri bütün hızıyla sürdürülürdü.
Ülkenin yönetiminde gerekli olan siyaset bilimi solcuların elinde olduğu gibi, ders kitapları da militan yazarlar tarafından şekillendirilip, Türk Milletinin milli ve manevi değerleri, örf ve ananeleri göz ardı edilerek yazılırdı.
Bu çöreklenme sebebiyle, o yıllarda hükümette kim olursa olsun, bu hakikat değişmiyordu.
Oldukça uzun bir süre okullarda kontrolü elinde bulunduran o zümre, hükümette kim olursa olsun, iktidarı elinde bulunduracak gücü elinde tutmuştur, tutuyor.
Belki bu zümreye tepkidendir, uzun süredir genelde sağ hükümetler kurulur.
Ancak iktidar hep solun elinde olur.
Zira en büyük güç, yani anayasayı kullanma, işletme, uygulama yetkisi olanlar, genelde solculardan oluşmuştur.
Hele birde Moğoltay faciası sonucu, solcuların da en güçlüleri(!) toplu halde işbaşına getirilince, sol iktidar, gücüne güç katmış oldu.
İşte bu yüzden bugünkü hükümet de, meclisteki muhalefetin zorlayamamasına rağmen hep diken üzerinde, zamanının önemli bir bölümünü kapatma savunmalarını hazırlamakla ve mahkeme kapılarında geçirmektedir.
Yani tarihi bir meclis çoğunluğuna rağmen AKP hükümeti iktidar olamıyor, hatta devrik bir savcı kadar güçlü olamıyor.
12 Eylül darbesi silahla, kaba kuvvetle, zorbalıkla yapılan son darbeydi.
O günden sonra Rütbeliler bir takım tatbiki darbe hazırlıkları(!) ile oyalanırlarken, Cübbeli darbeciler peş peşe darbelerini sıraladılar bile.
Ülkenin en büyük makamına oturacak kişi, yani Cumhurbaşkanı, sadece bir kişinin, hem de meclis dışında, devrik bir savcının biryerlere direktifi doğrultusunda, akıllara durgunluk veren bir ihtilal sonucunda, planlanan sürede makamına oturamadı.
Cübbeliler o kadar ileri gittiler ki, rütbelileri de rahatlıkla kullanabildiler, bir takım rütbelilerle içli dışlı oldular ve Türkiye’nin bekası için(!) ortak eylem planları yaptılar. Hem de Genelkurmay Başkanlığını bile uyutarak.
Hani Sayın Genelkurmay Başkanımız ıslak mı-kuru mu diye tartışılan bir belgeye “sadece bir kağıt parçası” demişti ya, hani ciddiye almamıştı ya…
Adli Tıp’tan sonra, TSK’dan da aynı yönde bir karar ile, belgenin gerçek ve imzanın ıslak imza olduğu açıkladı.
Şimdi merak ediyorum; Bir subay tarafından, bir ülkenin, koskocaman Orgenerali uyutuldu, ana muhalefet lideri ve birçok KÖŞE yazarı uyutuldu(!), peki imzanın ıslak olduğu kesinleşti, şimdi ne olacak?
Emelleri uğruna askerleri kullanma ve yönlendirme yolunda marifet sergileyen hukukçuların hali şimdi ne olacak?
Hastanelerde bile öncelikli olan bu elit(!) insanlara, bu görevleri adaleti adilce dağıtmak olması gereken insanlara hala dokunulamayacak mı?
Ya da hasbelkader dokunulursa HSYK hemen gereğini mi yapacak?
HSYK’nun yapacağı (gereği) hangi kıstaslara uygun olacak?
Bu kurulun tavrı gerçekten hukuki mi, yoksa siyasimidir?
Benim cevabım; tereddütsüz SİYASİ.
Bunu Erzincan Başsavcısı konusundaki kararları ile alenen ortaya koydular.
Malum Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in evi ve ofisinin aranma kararını da tutuklama kararını da hâkimler vermiş, itirazı reddedenler de yine hâkimler olmuştu.
Bu karar; yürüyen bir soruşturmayı etkilemeye yöneliktir, bu karar siyasidir, bu karar skandaldır.
Aksini iddia mümkün müdür?
Ortada gerçekliği şüphe götürmez bir Ergenekon çetesi var, malum başsavcı zaman zaman bu çetenin toplantılarında başkanlık yapıyor, dindar insanlara “evlerine silah koydurtarak” tuzak kuruyor, Polis ve askeri karşı karşıya getirmeye çalışıyor, Ergenekon’u aklamaya, delilleri sulandırmaya gayret ediyor, AK Parti’yi kapatmaya yönelik yasa dışı yoldan delil oluşturmayı planlıyor vs. vs…
Karıştırmadığı halt kalmamış ve bu zevat HSYK’nın şemsiyesi altında.
“İBDA-C” ve “HİZBULLAH” mensubu olarak gösterilen dindar insanların telefonları gizli takibe alınmış.
İsmailağa Cemaati’ne mensup olduğuna inandığı insanlar hakkında dinleme yapabilmek için onları terörist olarak resmi belgelere kaydetmiş.
İki yıl boyunca Ağır Ceza Savcıları’nın alanına giren bir soruşturmayı üstlerinden gizlemiş…
Bütün iddiaları bir yana, tele-kulak skandalından en çok şikâyet edenler Yargıtay, YARSAV, HSYK üyeleri değil miydi?
Tele-kulak konusunda hassas yayın yapan basın kuruluşları da Cihaner konusunda ters köşede yer aldılar.
CHP’nin tavrı ise bir başka skandal…
CHP, tele-kulak konusunda İçişleri Bakanı aleyhine gensoru bile vermişti.
Ama CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin Erzurum’a gidiyor ve Sayın Cihaner’i cezaevinde ziyaret ediyor.
Neden? Acaba yasa dışı dinlemelerin nedenini sormak için mi?
Sayın Ersin, İnsan Hakları Komisyonu’nda oluşturulan “Gizli Dinleme Yoluyla Özel Haberleşmenin İhlali” Alt Komisyonu’nun bir üyesi değil mi?
Komisyonun raporunu yeterli bulmayarak muhalefet yazısı yazacak kadar bu konuda hassas!
Ancak, Erzincan soruşturmasının her safhasına tepki koyan bir isim. Acaba neden?
Kendini Ergenekon’un savcısı ilan eden ana muhalefet partisi, her hukuki sürecin de karşısındayım mı demek istiyor?
Adaleti savsaklayan, yasaları kullanmayı tekelinde zanneden, dindarlar için tele-kulak özel hayatın ihlali değil diri ima edenlerin samimiyetleri sorgulanmalıdır vesselam.
Özetle; İrtica diye bir düşman üretip, bununla insanları korkutup sindiren bir Gizli Komite yapılanması varmış ve sürekli bizi kandırıp değerlerimiz ve gözyaşlarımız üzerinden fayda temin eden çetelerin esiri edilmiş bir ülkede yaşıyoruz