Karl Popper, ‘Hayat Problem Çözmektir’ eserinde, Nobel mükâfatlı arkadaşı, nörolog Sir John Eccles’i anlatır. Sir Eccles, nöronlar arası haberleşmenin çok hızlı cereyan ettiğini gözlemlemiş, bu hızın kimya reaksiyonları ile gerçekleşemeyeceğine ancak elektrikle mümkün olacağına hükmetmiş. Bu iddiayı yirmi yıl sürdürmüş, bu teoriyle tanınmış, akademik kariyerini bunun üzerine inşa etmiş, ünlenmiş. Eccles mealen diyor ki, Popper’in bilim düşüncesi hakkındaki tespitlerini okuyana kadar ben de teorilerin çok dikkatli gözlemler sonucu kurulduğunu ve bir teorinin hatalı çıkmasının bilim adamının dikkatsizliğine işaret ettiğini düşünürdüm. Popper, hayır dedi, teoriler yanlışlanmak için vardır ve bilim yanlışlanan teorilerle ilerler. Sen de teorini bütün delilleriyle neşret, karanlık gördüğün noktalara işaret et, öyle ki sahanda çalışanlar onu kolayca yanlışlayabilsin… Eccles aynen böyle yapar ve gerçekten aynı sahada çalışan başka bilim adamları, nöronlar arası (sinaptik) haberleşmenin kimyasallar aracılığıyla gerçekleştiğini gösterir. Eccles, bu hatasının ortaya çıkmasından gurur duyduğunu söyler. Çünkü kendi teorisi olmasa doğru teori bulunamayacaktı…Bugün psikoterapiyi büyük çapta ortadan kaldıran, buna karşılık insanlara bol bol mutluluk hapı içiren işte bu kimyasal sinyal teorisidir. Fakat sonra görülür ki, Eccles kendi teorisini çürütmekte fazla aceleci davranmıştır, sinapslarda çoğunlukla kimya çalışmaktadır ama elektrik iletimine dayanan haberleşmeler de vardır…
Bu bir nöroloji veya kimya yazısı değil. Peki, Eccles ve Popper’in hikâyesini niçin anlatıyorum? Düşüncelerimi yanlışlayabilir miyim gayreti içinde bir insan, yirmi yıllık çalışmalarının hatalı çıkmasından gurur duyan bir bilim adamı! Etrafınıza bir göz atın. Bu tutumda, bu ahlâkta kaç “fikir adamı”, kaç “bilim adamı”, hele hele kaç siyasetçi tanıyorsunuz?
“Ben hatalı olabilirim!” Bu belki ilk adım ama büyük bir adım. Hani ayda ilk yürüyen astronot Neil Armstrong’un dediği gibi, insan için küçük fakat insanlık için dev bir adım. Fakat en az bunun kadar büyük bir adım daha var. Şunu kabul etmek: Öbür adamın dediklerinde doğruluk payı olabilir! Vay vay vay… Bu hiç mi hiç mümkün değil. Çünkü bizim öbür adamlar ya imana gelmez kâfirlerdir ya kâfir olma yolunda hızla ilerlemektedirler veya kâfirlerin ajanıdırlar. İşte size koskoca bir yol işareti: Bu nefret tekfirciliğe, tekfircilik de canlı veya cansız bombalara, ta DAEŞ’e kadar gider!
Köktendinci değil, jihadi değil, tekfirci
11 Eylül’de uçakların New York kulelerine çarpmasıyla, Batı’nın Müslümanlara ilgisi arttı. Topunu aşağılamak olmazdı, bunların nüfusu milyarlardı ve üstüne üstlük bol petrolleri vardı. Hepsi de uçağa binip kulelere çarpmıyor, bomba kuşanıp kendilerini patlatmıyordu.
Peki, hangileri iyi, hangileri kötü Müslüman’dı?
Önce kötülere “fundamentalist” dendi. Bize bunu “köktendinci” diye tercüme ettiler. Bu tabir bizde takılıp kaldı. Fakat Batı’daki İslâm âlimleri bu hatayı kısa zamanda düzeltti. Gerçi kendilerine “Selefî” diyen bazı gruplar için ithamlar haklıydı ama İslâm’ın köküne inildiğinde karşınıza mutlaka canlı bombalar çıkmıyordu. Hatta tam tersine reformcu ve hiç de şiddet taraflısı olmayan bazı Müslüman âlimleri fundamentalistti. Meselâ, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” diyen Mehmet Akif fundamentalist sayılabilir. İkbal ve Abduh da öyle… Fundamentalist pek istenen manaya oturmayınca bu sefer “cihadçı- jihadi” etiketi denendi. Buna Müslümanlar hep bir ağızdan aynı cevabı verdi: Cihad bir tehdide karşı veya vatan müdafaası maksadıyla harp demektir ama büyük cihad, insanın kendi kendiyle, kendini terbiye için verdiği cihaddır. Kaldı ki cihadın Batı dillerindeki yakın kardeşi “crusade”, yani haçlı seferi idi ve meselâ Bush, Irak’ta aslında olmayan kitle imha silahlarını yok etmeğe giderken attığı nutuklarda haçlı seferi üzere yürüdüğünü ilân ediyordu. Popüler ABD basını bu haçlı seferi sırasında başkanlarının başucunda, rahip Oswald Chambers’in, Mısır’da, Çanakkale’ye çıkacak İngiliz askerlerine verdiği vaaz koleksiyonunu ihtiva eden kitabın bulunduğunu yazıyordu. Bush’un cihadı cici, başkaların ki kötü müydü… Bu da tutmadı.
Sonunda, yine Batı üniversitelerindeki İslamiyet uzmanı Müslüman akademisyenlerin yardımıyla doğruya yaklaşıldı. Gördüler ki insanları koyun gibi boğazlayan, bomba olup patlayanların ortak bir özelliği vardı… Bunlar kâfirlere karşı mücadele ettikleri kanaatindeydi. Hedeflerindeki kâfirlerin çoğu da eski Müslüman kâfirlerdi! Eh, mürtedin, yani dinden dönenin de katli vacipti.
Terörist Müslümanların gerçekten bir ortak özelliği vardı: Tekfircilik!
Mutlak doğruyu yakalamışken demokrasi de ne?
Kendi fikirlerinizden bu derece emin, karşı fikir sahiplerinin kötülüğüne bu derece ikna olmuş iseniz, sizinle münakaşa etmek, fikir teatisinde bulunmak mümkün müdür? Hani şura ile karar vereceksiniz ya, o şuradakilerin özelliği nedir? Şu üç fırka olabilir belki: 1) Sizin fikirlerinizin dâhice olduğunu iddia edenler 2) Muhteşem olduğunu söyleyenler 3) Bir de “hakkı âliniz var efendim” diyenler…
Televizyonlarda muhaliflere ateş püsküren siyasîleri bir de bu gözle dinleyin. Bunların kendi hatalarını görüp düzeltme imkânları var mıdır? O hain düşmanlarının söylediklerinin arasında farzı muhal hakikat kırıntıları bulunsa, bunları görmeleri mümkün müdür? Kendi kendilerine, “acaba ben bir yerde hata mı yaptım?” diye sormaları mümkün müdür? Hatalarını bulup düzeltmeleri imkân dâhilinde midir? Etrafının düşmanlarla ve ajanlarla sarılı olduğuna, haklılığı ve doğruluğu bu kadar belli tezlerinizi bu düşmanların tenkit cüretinde bulunduklarına, bunu da sırf düşmanlıklarından yaptıklarına inanıyorsanız, bu insanlarla sandığa girip demokrasi uğruna gerektiğinde ülkenin veya partinizin yönetimini onlara teslim edebilir misiniz? Siz mutlak doğruyu ele geçirmişken demokrasi denilen ve ne idüğü pek de belli olmayan bir kavram için batıla, küfre teslim olur musunuz?
Daha beteri… Bunlar biz kâfirlerle daimî cihad halinde oldukları için bize karşı ahlâklı, âdil davranma gibi bir endişeleri de olamaz. Canımız da ırzımız da malımız da helaldir onlara! Yalan söyleyebilirler, harpte hile mubahtır. Yalan, harp hilesinin en masumudur. Hırsızlık yapabilirler, ganimet haktır. Onlar Allah’ın emriyle biz kâfirlere karşı cihad içinde oldukça yapabileceklerinin hiçbir kanunî, ahlâkî veya insanî sınırı yoktur. İş bazen tekfire ve kafa kesmeye kadar gitmeyebiliyor. Ama kibrin, kendi fikrinden asla şüphe etmemenin, daha ileri giderek kendi fikrini mutlak doğru kabul etmenin, yüzde yüz aynı fikirde olmayanı açık veya kapalı aşağılamanın ağırı da hafifi de kötüdür.
Rahmetli Mümtaz Turhan’ın “Kültür Değişmeleri”nde, çok sevdiğim ve sık sık alıntıladığım ifadelerini hatırlayalım:
“[O] kolay ikna edilemez, inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahedelerini de realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır. Bu bakımdan, Türk münevveri ile onun cahil diye damgaladığı halk arasında ilmî düşünüş ve zihniyet bakımından, büyük bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de peşin hükümleri, kanaatleri ve batıl itikatlarıyla, yani inançları ile hareket etmektedir. Aradaki fark, sadece bu zihnî muhtevaların mevzu ve nevilerindedir.“
FIRKA-İ NACİYELER
Mümtaz Turhan Hoca’nın o tarihlerde hedef aldığı “münevver”, biraz ilerici, biraz solcu, aklı erdiği kadar batıcı münevverdi. Bugün aynı hatayı arttırarak uygulayan bunun tam tersi, biraz muhafazakâr, biraz gerici, sağcı, batı düşmanı münevverdir. Demek ki bu kibrin sağla, solla, ileri veya geri ile pek ilişkisi yok. Hatta münevverimizin artık münevver olmasına da gerek kalmamıştır. Kafadaki hastalık bütün bu etiketlerden bağımsızdır fakat aynı hastalıktır: Benim fikirlerim-ki bunlar bana üstatlarım tarafından öğretilmiştir-mutlak doğrulardır. Bunlar bu kadar doğru ve doğrulukları bu kadar açıkken onlardan başka fikre sahip olduğunu iddia edenler bunu mahsustan yapmaktadır. Aşikârdır ki bunlar kâfirdir, düşman veya düşman ajanıdır ve bana karşı komplolar ve oyunlar içindedir.
Bu kafa sakatlığının bugüne ait olmadığını, maalesef Müslümanlığın geçmişinde de yaygın şekilde bulunduğunu görüyoruz. İslam’ın hiçbir ilkesine uymayan, uyduruk olduğu ilk bakışta belli bir hadis şöyledir. “Ahir zamanda ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılacak. Bunlardan yalnız biri cennete, diğerlerinin hepsi cehenneme gidecek.” İslâm’a bu derece ters ifade etrafında, koskoca bir dal gelişmiş, yukarıda tasvir ettiğim hastalıklı kafalar, “Hah işte! Ben dememiş miydim?” duyguları içinde bu sözlere sarılmıştır. Tabi bu ifadeyi doğru bulanlar, kurtulacak olan 72. fırkanın ki bunun adı “fırka-i naciye”dir, kendilerininki ve sadece kendilerininki olduğundan emindirler. Allah selamet versin, bizi sık sık eğlendiren hocamızın, sorgu meleğine fısıldayıp sayesinde doğru cennete yöneldiği sihirli password’daki mensubiyet gibi. Bunun tam tersi hadis de var ama o kadar cazip değil: “Ahir zamanda ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılacak, hepsi cennete, sadece biri cehenneme gidecek.” Her ağzını açışta düşmanlarını mahveden siyasilerimizin, “ben onlarla cennete falan gitmem” dediğini duyar gibiyim. Peki, gerçek nedir? Gerçek şu ki ciddî İslam uzmanları, geleceğe ait kehanet içeren “prophetic” hadislerin tamamının mevzu, yani uydurma olduğu görüşündedir. Hazreti Peygamber’in mucize ve kehanet taleplerini reddine dair deliller sadece rivayette değil, Kur’an’da da mevcuttur.
Peki, olağanüstü durumlarda, olağanüstü tehlikelerin tehdidi altında, içinizden inanmasanız da bu kadar kararlı ve kendinden emin görünmek halkın morali bakımından doğru olabilir mi? Belki… Fakat benim gözlediğim, saldırganlığın tam ters etki yaptığı, son referandumdaki gibi halkın yarısına terörist demenin gerçek teröristlerin ekmeğine yağ sürdüğüdür. Çocukluğumuzun kurt var diye bağıran yalancı çoban hikâyesini hatırlayın. O hikâyenin sonunda kurt gerçekten gelir ama köylü defalarca kendilerini yanlış alarmla ayağa kaldıran çobanının yalancılığına o kadar ikna olmuştur ki bu sefer gerçek kurda gereken tepkiyi göstermez.
Birkaç hafta önce bir sayın bakanımız şikâyet ediyordu: “Devletin polisine, savcısına, bize inanmıyorlar, teröriste inanıyorlar.” Gerçekten vahim bir durum. Fakat bir saniye durup, “Acaba inanırlığımız niçin bu noktaya geldi? Bizim de bir yanlışımız olmasın… Bir yerde hata mı yaptık?” diye düşünmek gerekir mi? Yoksa bu düşmanlar zaten kâfir ve düşman mıdır?