Hz. Muhammed’e
Peygamberlik verilip “Tebliğ et.” emri gelince, ortam tam bir karanlık içinde,
tam bir zulüm altındaydı. Ezen ezene, sömüren sömürene idi. Çok az sayıdaki
“İyiler” hariç; çoğunluk edep ve ahlâkdan uzak ve yoksundu. Faiz almış yürümüş,
kadın âdeta yerlerde sürünmeye mahkûm edilmiş, kız çocuklarına hayat hakkı
tanınmaz olmuş, yerin altına gömülmeye lâyık görülmüştü. Kölelik revaçta, hak
hukuk hak getire. Putperestlik almış yürümüş, şirk çoğunluğun inanç ve itikadı
olmuştu. Putlara tapılıyor, Kâbe putlarla dolup taşıyordu. Adalet meçhul,
merhamet tanınmaz, büyük küçük bilinmez olmuştu.
İşte böyle bir
toplumu yola getirmek, onlara bir Allahı tanıtmak, onlara hakkı hukuku
göstermek, doğru ve âdil olmalarını sağlamak için, Hz. Muhammed
görevlendirilmişti.
Böyle bir toplumun
ileri gelenlerine karşı Hz. Peygamber; tebliğine, İslâmı onlara duyurmaya,
İslâmdan onları haberdar etmeye; onların menfî / olumsuz, yanlış, kötü ve bozuk
söz, davranıış ve hareketlerini yüzlerine vurarak başlamadı.
Çünkü olacaksa
onlar İslâm olacak, onlar İslâma gelecek, onlar putları terk edecek, onlar
İslâm ahlâkını benimseyeceklerdi.
Bunun içindir ki,
Hz. Muhammed tebliğine “Ey dinsiz ve imansızlar! Ey müşrik / şirk içinde
olanlar / Allaha ortak koşanlar! Ey rezil topluluk! Ey kendini bilmez aşağılık
mahlûklar!” gibi aşağılayıcı ifadelerle sözlerine başlar olmadı.
“Sizler nasıl insanlarsınız?
İnsan bile değilsiniz! Her türlü mel’anetleri ve mel’unlukları / lânetlik
işleri yapan; insan suretinde şeytan ve iblislersiniz!” diye de, itici,
uzaklaştırıcı bir üslûpla tebliğine başlamadı.
Çünkü olacaksa
bunlar İslâm olacaktı. Ancak bunlardı İslâma gelecek olanlar.
Onların bu
yönlerini nazara vermeden, onların rezilliklerini ve gayri insanî taraflarını
hatırlatmadan; yani onları rencîde etmeden, kırıp incitmeden, Kur’andan aldığı
ders ile: “Ya eyyühennas! / Ey insanlar!” hitabıyla, mealen / anlam olarak şu
tarzda konuşmalar yaptı: “Allaha gelin. Allah birdir. Eşi benzeri yoktur. Sizi
O yarattı. Ben O’nun abdi / kulu ve Resûlü / Elçisiyim. Beni sizlere O
gönderdi. Beni sizler için, O vazifelendirdi. O’nu tanıynız, biliniz. İstediği gibi
olunuz. Ben işte size O’nu tanıtmak için gönderildim. Kendinize geliniz. Allahı
tanıyınız. Beni de O’nun elçisi olarak
kabul ediniz. Unutmayınız ki, “Elçiye zeval olmaz.”
Evet, Hz.
Muhammed; onların ne olduğunu yüzlerine vurmadan, ne olmaları gerektiğini
nazara veriyor. Üstelik nasıl olmaları lâzım geldiğini, kendi yaşayışı ve güzel
sözleriyle dile getiriyordu.
Müjdeliyor, nefret
ettirmiyor, zoru değil kolayı gösteriyordu.
Çünkü biliyordu
ki, aslında insan mükerrem / hürmete lâyık bir varlıktır. İstemeyerek,
bilmeyerek ve gafletle; yanlış görüş ve düşüncelere sapmış, maalesef müşrik ve
putperest olmuşlardı.
Öyleyse onları
kazanmak lâzımdı. Bu da en güzel örnek olmakla mümkün ve olası idi. En güzel,
en müessir / en etkili hak sözleri söylemekle kabildi.
İşte Hz. Muhammed;
bu güzel müjdeli ve muştulu tavır ve sözleriyle gönülleri fethetti. Onları
karanlıklardan aydınlıklara çıkardı.
Bunu yaparken
parası pulu ve askeri yoktu. O’nu bu kutsal davasından vazgeçirmek için, yüklü
miktarda paralar vermeyi, en güzel kadını kendisi için bulmayı ve hatta isterse
O’nu başlarına geçirmeyi bile teklif ettiler! Yeter ki, bu davasından
vazgeçsindi. Ama O hepsini reddetti.
“Bunları kabul
edip, hak davama âlet edeyim!” deseydi, davası o anda çöker ve ölü doğmuş
olurdu. Daha doğmadan kaybolur giderdi.
İnsanlığı
kurtaracak büyük davasına evinden başladı. Hz. Hatice ve Hz. Ali’nin müslüman
olmalarıyla ilk adımı attı. İslâmı önce en yakınlarına tebliğ ederek kutsal ve
büyük, cihanşümul / evrensel davasına başladı. Sonra merkezden ufuklara doğru
dairesini genişlettikçe genişletti. Zamanla milyonları içine aldı. Attığı ilk
adım, göle atılan bir taş gibiydi. Düştüğü yer bir noktaydı, ama dalgası
kıyılara ulaştı.
Evet, çok büyük
insanlık davasına, çok küçük bir adımla evinden başladı. Fakat davası cihana
yayıldı. Muvaffak olup başardı mı? Evet başardı.
Öyleyse bizler de,
çevremize ışık tutmak istiyorsak; güzellikle, tatlı sözlerle, incitmeden,
kırmadan gönüllere girmeye çalışalım.
Zira düşmanı yok etmenin en güzel yolu, onu
kendimize dost kılmaktır. Böylece düşman yok olur, biz de bir dost kazanmış
oluruz.
Çünkü “Bin dost
az. Bir düşman çoktur.” Bir düşmanın yapacağı kötülüğü ve vereceği zararı; bin
dost önleyemez. Zira düşman yapmak istediğini; çok gizli ve sinsi bir şekilde
yapmaya çalışacaktır.
Demek ki, kimse
‘ayranım ekşidir’ demeyeceği için, kimsenin karanlık yüzlerini nazara verip
dışarı vurmadan; onu karanlığından aydınlığa çağıran usûl ve metotları baş tacı
etmeli. Neticeyi de, Allahdan beklemeli. Çünkü hidayet / doğru yolu buldurmak
O’nun işi. Bizlere sadece tebliğ ve duyurmak düşüyor.
Kaldı ki, bu
konularda; kaderin anlayamadığımız, hikmetli yönleri de var. Onun için,
üzerimize düşenleri yapıp, sonucu O’na bırakmalıyız. Unutmayalım ki:
“Hak şerleri hayr
eyler
Zannetmeki gayr
eyler
Ârif onu seyreyler
Mevlâ görelim
neyler
Neylerse güzel
eyler.”