Günümüzde cemaat ve tarikatların etkinliğini artırdığı malum. Sadece belli dini hizmetleri bir sivil inisiyatif olarak üstlenmek değil, sosyal yardımlaşma, kültürel faaliyetler, eğitim hizmetleri, ilmi ve fikri araştırmalar, basın- yayın (gazete ve TV yayıncılığı) gibi çok çeşitli alanlarda kendini hissettiren bu çalışmalar çok önemli.
Cemaat ve tarikatların bir kısmı günlük siyasete ve akçalı işlere çok mesafeli iken, bir kısmı bu alanlarda etkin olmadan hizmetlerin etkin ve verimli yürütülmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle siyasetle yakından alakalı, holdingler seviyesinde mali güce ulaşmış birimlere sahip. Devletin önemli kurumlarında “inançlı” mensuplarını yerleştirmek bu suretle kalıcı bir güce erişmek maksadı içinde olanlar da var.
Maksatları “dini ve milli değerlere hizmet etmek” ve bunun için “gönüllere girmek” olan her organizasyonun devletin yetişemediği veya ihmal ettiği hizmet alanlarındaki faaliyetleri saygıya değerdir.
Farklı meşrepteki grupların farklı hizmet alanlarını öne çıkarmaları bir faaliyet zenginliği yaratmakta. Daha da ötesi birinin ulaşamadığı kitlelere diğerleri ulaşma imkânını bulduğu için çok çeşitli sosyal katmanlara farklı hizmetler götürülebilmektedir.
Dini hüviyetli olan bu kuruluşların ana maksadı öncelikle daha “iyi Müslüman olmak” ve İslam’ın evrensel mesajlarını tebliğ etmek olmalıdır.
Bu maksadı özümsemiş mensupların birinci vasfı öncelikle kendisini “iyi Müslüman olmak” konusunda eksik hissetmektir. İslami kimliğini ön plana çıkaran kişilerin “eksikliklerini” gidermek için gayret içinde olmaları beklenir.
Oysaki Cemaat ve Tarikat mensupları arasında bunun tam tersi bir duygu ve davranış tarzının yaygın olduğu görülmekte. Herkes kendi grubunu fırka-i naciye‘den (kurtulan gruptan) saymakta diğerlerini ise daha az Müslüman sayarak küçümsemekte, hatta kâfirlikle itham etmektedir.
Bu vahim davranışın temelinde muhtemelen çoğu uzman tarafından mevzu/uydurma olduğu bildirilen bir “hadis” yatmaktadır. “Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir.” Diğer bir rivayette ise aynı “hadisin” son cümlesi, “biri dışında hepsi cennettedir” olarak aktarılmıştır.
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın yorumuyla, “nasıl bugün siyasi partiler devleti ve milleti en iyi kendilerinin yönetebileceğini söylüyor ve bu işin gerektirdiği “en doğru fikrin” kendi partilerince ortaya konduğunu iddia ederek iktidar için hesaplar yapıyor, taraftar kazanma yollarını arıyorlarsa, İslam tarihinde gördüğümüz fırkalar da, en iyi ve en doğru fırkanın kendileri olduğunu ileri sürmüş ve sürmektedirler.”
Bu ayrılık ve çatışmaların İslam’a ve Müslümanlara fayda sağlamadığı açıktır.
Kur’an, ısrarla, “hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın” (3/103) diyerek birlik beraberliğe davet eder. “Dinde ayrılığı düşmeyin” (vela teferreku bihi) (42/13); “Dinlerini paramparça eden (ferreku dinehum) ve çeşitli zümrelere ayrılanlardan da olmayın ki, o ayrılığa düşen her zümre kendi inancı ve kendi görüşü ile övünüp durmaktadır” (30/32) buyurarak, din konusunda bilinçli ve duyarlı olmaya çağırır. Hz. Peygamber de, mü’minleri bir vücudun organlarına benzeterek, kardeşliği pekiştirmeye çalışmıştır. (Prof. Dr. Hasan Onat/ Mezheplerin Stratejik Boyutu ve Mezhep Çatışması)
Sadece Yaradan’ın rızasını kazanmak peşinde olanların farklılıkları vurgulamak, ayrıştığı hususları ön plana getirmek yerine müşterekleri, ortak değerleri ve hizmet hedefini dikkate almaları gerekir.
Özellikle de siyasi ve mali güce ulaşmış olanların, “hizmet ve gönülleri kazanma ülküsünün” yerine, iktidar ve güç sarhoşluğuna kapılıp kapılmadıkları hususunda, davranışlarını “İslam ahlak ve fazileti” ölçütleri ışığında devamlı gözden geçirmeleri daha uygun olur. Yapılan hatalar için bir daha asla tekrarlamamak niyetiyle tövbe etmek olgun Müslüman (kâmil mü’min) davranışıdır.
Dini kimliğini öne çıkaran insanların ve kitlelerin sorumluluğu diğerlerinden daha ağırdır. Hazret-i Peygamberin yaptığı gibi ilahi hakikati yalnızca tebliğ etmek, tebliğ ettiği değerleri bizzat yaşamak borcu altındadır. Kendi şahsi veya grup yorumlarının tek doğru olduğu iddiası içinde olmamak, yanlışlarından dolayı Allah’a (C.C) sığınmak durumundadır.
Ülkemizin bugünkü geldiği seviyede cemaat ve tarikat yapılanmalarının gerçek birer Sivil Toplum Kuruluşu (STK) haline gelmelerinin zamanı gelmiştir. Böylece kapalı ve hiyerarşik bir yapılanmaya sahip bu gruplar daha açık ve bireylerin özgür iradelerini kullanabildikleri demokrasi ile de uyumlu birer yapılanmaya dönüşmüş olacaktır.
Bu yapılanma tarzı hem aynı gayeye hizmet idealiyle yola çıkmış grupların birbirleriyle çatışmalarını önleyecek ve hem de gelişmiş bir demokrasi anlayışı ile Müslümanların hayat tarzının nasıl uyumlu olabileceğini gösteren bir tecrübe oluşturacaktır.