Târık Buğra (2 Eylül 1918, Akşehir / 26 Şubat 1994, İstanbul) muhteşem bir yazardı. Önce ‘Târık Buğra ihtişam’ı ile tanışınız:
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli yazarlarından olan Târık Buğra ilk ve orta tahsilini İstanbul’da tamamladı. Konya Lisesi’ni bitirdi (1936). Çeşitli aralıklarla İstanbul Üniversitesinin Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde ikişer üçer yıl okuyup vazgeçti. Akşehir’de çıkardığı Nasrettin Hoca Gazetesi ile gazeteciliğe başladı. İstanbul’a gelince Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman gazetelerinde fıkralar yazdı, sanat sayfaları düzenledi. ‘Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Yol Üstünden Aşar’ atasözünü mânâlı bir şekilde kullanarak ‘Haftalık Yol Dergisi’ni çıkardı.
Târık Buğra, gazetecilikle olan ilgisini 1983 yılı sonuna kadar devam ettirdi. Gazete yazılarının değişik ve kendine has özellikleri vardır. Hiçbir zaman basmakalıp düşünce ve ideolojilerin tâkipçisi olmamıştır. Zaman zaman dil, edebiyat ve sanat konularına da yer verdiği bu yazılarında hür, bağımsız ve meseleler karşısında tarafsız bir yazar olma vasfını kaybetmemiştir.
Târık Buğra, edebiyat dünyâsına küçük hikâyelerle girdi. Cumhuriyet gazetesinin açtığı bir yarışmada ‘Oğlumuz’ adlı hikâyesi ile ikinci olması, onun için bir dönüm noktası olmuştur. Daha sonra Çınaraltı ve İstanbul dergilerinde hikâyeler yazmaya devam etti. Bu hikâyeler kronolojik bir sıra ile incelendiğinde ilk dikkati çeken şeyin, yazarın bir acemilik/çıraklık dönemi olmayışıdır. Hemen her yazarda tâkip edilen zaman içinde ustalaşma, Târık Buğra’da görülmez. O, daha ilk hikâyesinde usta bir yazar olduğunu ortaya koymuştur. Hikâyelerinde daha çok yakın çevre, aile hayatı, sevdâ ilişkileri, küçük kasaba intibaları gibi ferdî ve dar çerçeveli konular göze çarpar. Târık Buğra olay değil, atmosfer hikâyecisidir.
Roman dünyâmızda Târık Buğra’ya sağlam ve sarsılmaz bir yer sağlayan eseri hiç şüphesiz ‘Küçük Ağa’dır. Bu eserde ve bunun devamı olan ‘Küçük Ağa Ankara’da ve ‘Firavun İmanı’ romanlarında Millî Mücadele ilk defa değişik bir açıdan ele alınmıştır. Daha çok devletin resmî görüşünden hareket eden ‘Kurtuluş Savaşı’ isimli romanlarının tam aksine bu üç romanda meseleler, insan / millet açısından ele alınmış, yeni ve doğru bir yorumla ortaya konulmuştur. Bu roman ‘târihî açıdan Millî Mücâdele’de insanın yeri, milletin yeri nedir?’ sorularının cevaplarını araştırır.
Yazar, ‘Yağmur Beklerken’ isimli romanında Serbest Fırka denemesinin, ‘Gençliğim Eyvah’da ise 1970’li yıllarda Türkiye’nin bir numaralı meselesi hâline gelen anarşi olaylarının değişik yönlerini, perde arkasını tasvir ve tahlil eder. Târık Buğra, ‘Osmancık’ ile de, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatmıştır. Bu eserde de cihan devletini kuran irâde, şuur ve karakterin tahlili vardır.
Târık Buğra, roman kahramanlarını idealize etmez. Onun romanlarındaki bütün tipler tabîidir. İnsanı, en gerçek ve inkâr edilemez yanından -mizacından- ve insanın en soylu duygusundan -hüzünlerinden- ele almıştır. Bu özellikleriyle Târık Buğra, realizmin Türk romancılığındaki en usta yazarlarından birisidir. Târık Buğra’da belli ve kalıplaşmış bir fikri ispatlama, yorumlama ve propagandasını yapma endişesi yoktur. O, romanı, roman olarak düşünür. Târık Buğra’yı bugün ve gelecekte sarsılmaz yapan özellik onun bu tutumudur. Ona göre roman, hattâ sanat; ‘Kâinatı ve insanları bir mizaca göre yeniden yaratmaktır.’ Bu açıdan bakılınca Târık Buğra, bir tahlil ustası olarak göze çarpar. Onun bâzı romanlarında insan, bazılarında mesele ön plândadır, fakat ikisi de her zaman dengelidir. Târık Buğra roman ve tiyatro gibi yarına kalıcı eserlerin en mükemmel kültür Türkçesi ile yazılacağını savunmuştur. Sanat eseri için her türlü basmakalıbı reddeden bağımsız bir sanat anlayışını benimsemiş olan Târık Buğra, güzel Türkçesi, canlı ve yoğun üslûbu, derin tipleri ile Türk hikâye, tiyatro ve roman yazarlarının başında yer almıştır.
Eserleri: Hikâye: Oğlumuz (1949), Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952), İki Uyku Arasında (1954), Hikâyeler (1964, yeni ilâvelerle 1969) Tiyatro: Ayakta Durmak İstiyorum, Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı (1979) Gezi Yazıları: Gagaringrad (Moskova Notları) (1962), Fıkra ve Deneme: Gençlik Türküsü (1964), Düşman Kazanmak Sanatı (1979), Politika Dışı (1992). Roman: Siyah Kehribar (1955), Küçük Ağa (1964), Küçük Ağa Ankara’da (1966), İbiş’in Rüyası (1970), Firavun İmanı (1976), Gençliğim Eyvah (1979), Dönemeçte (1980), Yalnızlar (1981), Yağmur Beklerken (1981), Osmancık (1983), Dünyânın En Pis Sokağı (1989). Senaryo ve oyunu: Sıfırdan Doruğa-Patron (1994).
Eserin giriş sayfalarından birkaç paragraf:
Şu küçük kitabı aranızdaki komünizm sempatizanlarının, asıl onların okumasını isterdim. Cılız sesimle onlara sesleniyorum:
Sebebiniz ne olursa olsun komünistliğinizden utanmayınız. Sırf komünist olduğunuz için sizi kimsenin hor görmeye, suçlamaya hakkı olmadığını biliniz. Ama o en büyük faziletin, hoşgörürlüğün sizden niçin esirgendiğini, niçin bu esirgeyişin bütün dünyâyı sardığını düşününüz. Komünizmin ne olduğunu, Rusya’nın ve peyklerin ne durumda bulunduğunu, hele hele bunları iyice öğreniniz. Kendinize değer veriyor, saygı duyuyorsanız bunu yapmalısınız. Bunu yapanlar, -satılmışlar bir yana- aldandıklarını veya aldatıldıklarını görecek, hoşgörürlüğün neden kendilerinden esirgendiğini anlayacaklar, en mutlu anlamıyla, kurtulacaklardır.
Moskova hava alanına indiğim zaman valizlerimde ‘silâh, uyuşturucu madde, deklare ettiğimden fazla döviz, yıkıcı neşriyat’, kafamda da hiçbir peşin hüküm yoktu. Komünist dünyâsının bu başşehrinde 6 gün, 6 gece kaldım, bu arada geniş caddelerinden her yöne akıp giden binlerce insan, yazmaya değmez, ama insanın içinde tortu bırakmaya yeter binlerce yüz gördüm. Bu tortu bende hüzünden başka bir şey değildi. Karşınıza işte çırılçıplak çıkıyorum: Moskova’ya apatik (çevreye karşı aşırı derecede ilgisiz) inen bu insan, ‘bir şeyler bekleyen, bir şeyler yapılmasını sabırsızlıkla bekleyen’ yurduna pekâlâ komünist, o değilse, bir komünizm sempatizanı olarak dönebilirdi. Ama ben aynı havaalanından içimde sınırsız bir hüzünle ayrıldım: Hüznüm Rusya’daki yüz milyonlarca insanın durumundan, sınırsızlığı da yurdumdaki aldanmış veya aldatılmış olanlardan ileri geliyordu.
Bu kitabın, karınca kaderince, yükümü hafifleteceğini umarak avunuyorum.
İki defa ölen birçok insan biliyorum. Bu ölümlerden İkincisi dâima şahsiyetle ilgilidir ve çoğunlukla bir cinâyet olmuştur. Böyle bir cinayetin katili ile maktulü, bugün Kızıl Meydan’daki lüks mozolede yan yana yatıyorlar ve kaderlerine damga bastıkları milyonlarca insandan aynı itibarı görüyorlar: Bu iki insandan biri, ölen Lenin, öteki öldüren Stalin’dir.
Şu okuyacağınız röportaja ‘Moskova Notları’ adını verdim. Bunun yerine ‘Kuyruklar Moskovası’ da diyebilirdim. Gerçekten de Moskova’daki kuyruklara çeşit ve uzunluk bakımından, dünyânın herhangi bir yerinde, herhangi bir devirde, rastlanacağını sanmıyorum. Ve Moskova’daki bu kuyrukların en uzununu ve devamlısını işte o lüks mozolenin önünde gördüm.
Bana -hem de gururla- söylediklerine göre bu kuyruk, ayazı sıcağından, sıcağı ayazından çarpıcı Kızıl Meydan’da yazın da kışın da, kar demez, kıyâmet demez, hep böyle upuzun bulunurmuş. Halbuki bunu bana söyleyen aynı insanlar, Stalin’i yermek, hatta ona küfretmek için, 5 günlük beraberliğimizde en azından beş on defa sebep buldular. Bunları sırası geldikçe yazacağım.
Başka bir şey söylemeye lüzum var mı Efendim?
Kitap; 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 117 sayfa olarak 2022 yılında yayınlandı.
MAKALELERİNDEN SEÇMELER
Sanat Târihi dalında yüksek lisans sâhibi ve merhum Târık Buğra’nın eşi, hikâye ve roman yazarı Hatice Bilen Buğra’nın yayına hazırladığı eser, 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 520 sayfa olarak 2023 yılında yayınlandı.
Kitapta Merhum Târık Buğra’nın 1951-1954 yılları arasında Milliyet Gazetesi’nde ‘Sanat Hareketleri’ ve ‘Fıkra’ başlıklı köşelerde yer alan 461 adet yazısı yer alıyor.
Her bir yazı, -ele alınan konuya veya meseleye çok geniş açıdan bakıldığı için- güncel olma özelliğini kaybetmemiştir. Sanatın, sanatkârın, sanatseverlerin dünkü problemleri günümüzde aynen devam etmektedir. Bu durum, işbaşına gelmiş bütün hükümetlerin sanat ve kültürle yeteri ölçüde ilgilenmediğinin tescilidir.
Bütün ömrü sanat ve kültür hareketleri içerisinde geçen sivil toplum kuruluşlarında yönetici sıfatıyla hasbî olarak çalışmış bir kültür adamımızın belirttiğine göre, kültür bakanları içerisinde en mükemmel çalışan tek bir bakan vardır: İstemihan Talay. Üstelik Sayın Bakan, sosyalizmi benimseyen bir partinin milletvekilidir. Yanlış da olsa, halk arasındaki yaygın kanaate göre ‘solcu’dur. Değerlendirme sâhibi 88 yaşındaki kültür adamı ise yine halk nezdinde ‘sağcı’dır.
İnsan kalabalıklarını millet hâline getiren en önemli unsur, ‘kültür’dür. Kültür ise, her şeyin siyâsetten ibâret olduğu ülkemizde üvey evlâttır. Futbol kadar değeri yoktur.
Medeniyet beynelmilel, kültür ise millîdir. Millî kültür; bir millete âit bilgi, inanç, davranışlar ve bunlara bağlı maddî mânevî unsurların bütünüdür. Düşünce, gelenek, örf ve âdetler, bilmece, bulmaca, masallar, destanlar, halk oyunları, yazılı ve sözlü sanat eserleri, resim, mimârî, ebru, minyatür, hat sanatı, tezhip, tiyatro geleneği gibi her türlü maddî ve mânevî değerler, kültür bütününün aslî unsorlarıdır. Merhum Buğra, bu parçaların savunmasını ve tanıtımını, ideolojilerin at gözlüğünü kullanmaksızın gerçekleştirmişti.
Eserden tadımlık bir makale:
ESKİLERDEN ÖRNEKLER
Yılan hikâyesine dönen bir irtica meselesi vardır, bilirsiniz. Bu konuda eli kalem tutanlarımız nasıl bir tavır takındı, ihtimal bunu da bilirsiniz. Fakat biz burada bir defa daha tekrar edelim.
Muhakkak olan bir şey varsa, o da irticanın dinsizlik kadar dinden ayrı bir şey oluşudur. Ne çâre ki bizim yeni sanatkârlarımız bu konuda kendilerine bir vazife düştüğünü hissedip işe giriştikleri nispetle haksızlaştılar veya düpedüz bir deyişle irticaa saldırıyoruz diye dine, vicdana yâni doğrudan doğruya insana yüklendiler. Bu; ne sanattır ne de içtimâî oluştur. Bu olsa olsa bozuk bir psikolojidir. Vardığı netice de irticanın kendisine pek benzedi. Büyük kalemlere bakınız: Onlar büyük otoritelere karşı açtıkları savaşlarda dâima aynı neticeyi elde edebilmek için çırpınırlar, bu da ‘insana karşı müsâmaha‘dır.
Şimdi bir de eskileri görelim bu konuda. Yalnız haklarını tamamen ödemiş olmamız için, zamanlarındaki din müessesesinin bugün elinde bulundurmadığı amansız kuvveti unutmamamız lâzım. Onlar ham sofularla, kuru taassupla, riya ile boğuşurken yakılmak, asılmak tehlikeleri ile de karşı karşıya idiler ve yakıldılar da asıldılar da.
Bugünkü nesil hesabına ne kadar esef edilse yeridir: bir zincir koptu ve imanı ile düşüncesi ile her çeşit hareket tarzı ile istismardan korumak istedikleri bir yaşama hakkını insana hediye etmek için kalem kullanan büyükleriyle irtibatı kaybettiler. Köksüzlük, hiçbir seviye için hak iddiasına imkân bırakamaz.
İrtica ve kara taassuba karşı eskilerin açtığı büyük, güzel, çünkü insânî mücâdeleden beyitler, mısralar, örnekler getirmek istiyorduk. Fakat bu neye yarar?
Bir savcı rolünü benimsemek istemiyoruz. Bir şeyler kazanmak niyetinde olanlar Seyyid Nesimi’ye, Rûhi Bağdadâdî’ye Nefi’ye, Galib’e baksınlar. Ziya Paşa’ya baksınlar: Velhasıl şu şöhretleri yüzünden yok edilen, büyüklükleri yüzünden küçümsenen insanların hepsine baksınlar. Onlarda hayatın, yâni insanın güzelliğini, ulviliğini kemirmek, sömürmek isteyen her rezâletin mahkûmiyetini görecekler. Halka karşı gelen devlet nasıl vurulur görecekler, vicdana karşı gelen cami nasıl vurulur görecekler, riyâ, dalkavukluk, tavsiye, haksız koruma, demagoji ve tâviz nasıl vurulur göreceklerdir.
Evet, dost da idiler ve asıl mühimi ve bugün asıl yokluğu çekilen de budur sanıyoruz. Bugünün şâir ve hikâyecilerinden ‘İnsanlar sizi seviyorum’ veya Benim canım Türkiyem’ benzeri lafları çok işittik. Lâkin bu ne ifade eder? Bir bebek çıkıp da ‘Ey kâinat seni çok seviyorum’ dese alkış mı tutacağız?
‘Sevmek bilmektir’ derler. Gerçekten de sevmek, hür ve benlik sâhibi bir gözle bakarak hacmin her yönünü tanıyabilmektir. Bu yapılabildi mi, dostluk, lâfı bir kere edilmeden dahi mısralardan, cümlelerden taşar.
Benim din anlayışıma, benim kültürüme, yaşayışıma düşman, küçümseyişi ile düşmandan da beter, sonra da beni seviyor? Önce kendini sev kardeşim. Kendini kurtar. Hayranlıkların tabiiyet derecesinde iken sevme ile hatta ilgiyle ne alışverişin olabilir senin?
Ziya Paşa: ‘Milliyeti nisyan ederek her işimizde / Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı,’ demiş.
Aradan neredeyse bir asır geçti de eskitemedik. Şahsiyetsiz şef garson bile olmaz ki. Bırakın adapteyi teknisyenlerle kadınlara canım.
Târık Buğra Hakkında:
‘Târık Buğra: İtaatsiz Bir Taşralının Entelektüel Portresi’ isimli eserinde Prof. Dr. Mehmet Tekin, yazarımız hakkında şunları yazıyor:
Birinci Dünya Savaşı’nın serpintileri, Mütâreke trajedisi, Osmanlı’nın yıkılışı, Millî Mücâdele, Cumhuriyet’in kuruluşu, Millî Devlet olabilmenin sancıları, inkılâplar, Tek Parti dönemi, çok partili sürece geçiş, 1960 darbesi, Yassıada yargılamaları, Menderes ve iki bakanın idamı, 68 Olayları, öğrenci hareketleri, 12 Mart 1971 Muhtırası, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı, akla ziyan siyasî tasarruflar (9 yılda: 1971-1980 11 hükümet kurulup bozulması), 70’lerin kanlı anarşi olayları, 1980 darbesi, Özal hükümetleri, liberalizm esintileri, Güneydoğu meselesi…
Türkiye, pek az milletin tahammül edeceği bunca acı ve ibretlik deneyimi, hepi topu 80 yılda yaşar; daha doğrusu yaşamak mecbûriyetinde kalır. Nereden bakılırsa bakılsın, yaşanan; sosyal, siyâsî mânâda derin ve telâfisi zor bir travmadır. Buğra’nın hayatı, baştan sona bu ‘netâmeli’ ve o ölçüde uzun sürmüş sancılı, aynı zamanda içinde umudu barındıran bir sürece tesâdüf edecek ve o, bu netâmeli sürecin terbiyesinden geçerek kendini bulmaya, ayakta durmaya çalışacaktır.
Tarık Buğra, çok yönlü bir sanatkârdır. Kuşatılmışlığına, yoksulluk ve yoksunluğu rağmen… Kendi ifâdesiyle arkası artık yama tutmayan pantolonla dolaşmasına rağmen diklenmeden dik durarak kendini nasıl inşa ettiğini öğreniyoruz. İşin sırrı, Buğra’nın mizacındadır. O mizacın nasıl oluştuğu, kitabın sonraki bölümlerinin konusudur.
Tarık Buğra, taşradan gelmiştir. İstanbul’dadır ve İstanbul’da bir ‘edebiyat cumhuriyeti’ vardır ki kendinden olmayana tepeden bakar. Daha da ötesi, hoyrat ve nobrandır. Diğer taraftan büyük ideallere sâhip, aklında ve gönlünde sanatkâr olma kararlılığı olanlar, Thomas Mann’a göre biraz megaloman olmalı, komplekslerini gizlememelidir. Çünkü bunlar, ihtirasları tetikleyen özelliklerdir. Normalleşen sanatkârlar, sanatkâr olma imkânını kaybeder. Kendini yalnızlıklara mahkûm etmeli ki yükselebilmek daha büyük bedeller ödemenin tâlimini görmeli.
Târık Buğra-Vitrinlerin Zaferi/Sanat, Edebiyat ve Dil Yazıları isimli eser, Türkiye’nin 1951-1954 yılları arasındaki 4 yılının sanat ve edebiyat târihini günümüze taşıyor.
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş. İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50 Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr www.otuken.com.tr