Tarihin Gölgesi Uzun Olur

115

 

Çoğumuz okullarda öğrendiğimiz bazı belli başlı tarih sayfalarını geçmişin bulanık, yer yer karanlık sisi içinde maziye gömülmüş bir takım olaylar zinciri olarak tanır, öylece birer anlatıdan ibaret kabul ederiz. Oysa tarih canlı bir serüvendir. Geçmişten bugüne yaşayıp gelir, şu veya bu şekilde.

Ekim 2012 de yaptığım Dubrovnik gezisi bana bu gerçekliği bir kez daha hatırlattı, bazı görüşlerimi pekiştirerek üstelik.

Osmanlı yönetimiyle üçyüzelli yıla yakın temasta bulunmuş. Osmanlı’nın himayesinde, belli haraçlar karşılığında serbestçe hayatlarını sürdürebilmiş bir topluluktan söz ediyoruz. Osmanlı yönetiminin Avrupa içlerine kadar yerleştirdiği sistem savaşa dayalı bir sistem değil. Kendi iç işlerinde tamamen özgür bir Hırvatistan söz konusu. İlginç olan, Hırvatlar, Adriyatik kıyılarında ticarete son derece elverişli olan kıyılarında tam karşılarında yer alan Venedik Cumhuriyeti’nin saldırılarından bu ticari faaliyetler ve Osmanlı’nın heybetine yaslanarak sakince işine gücüne bakabilmişler. Çoğu zaman bu sayede suya sabuna dokunmadan var olabilmiş bir ülke’nin şehri Dubrovnik. Ticareti arttırmışlar, Osmanlı sarayı ile ilişkilerini hep iyi tutmaya özen göstermişler ve bugünlere kadar gelebilmişler.

Bu “ilişkileri iyi tutma” parantezi içine sığdırılabilecek pek çok olay var tarihlerinde. Mesela, kendilerini Osmanlı yönetimine çok fakir, yoksul göstermeye ve dolayısıyla ödenecek yıllık miktarın tutarını düşürmeye matuf her türlü yola baş vurmuşlar. Payitahtta gezdikleri sürece iyi cins atlara binmemekten, her türlü gösterişten uzak görüntü vermekten tutun da, canı ne zaman istese bol bol ağlayabilen, gözyaşından dereler akıtan özel elçileri bile varmış. Düşününce  hak veriyor insan: Bir tarafta hemen yanıbaşında Venedik Cumhuriyeti, diğer yanda Osmanlı’nın heybetli gölgesi… İki ateş arasında var olabilmek, ayakta kalabilmek elbette ki zeki politikalar gerektiriyordu.

Bugün gelinen noktada Dubrovnik bir turizm cazibe merkezi. Nesi cazip denirse, tipik bir ortaçağ şehrinde zaman yolculuğuna çıkmak isteyenler için, kiliselerini tertemiz, bakımlı tutarak, eski taş evlerini, cadde ve sokaklarını ki hayli ilginç görüntüler gizliyor içlerinde, tarihten gelme neleri varsa gezginlerine cömertçe sunuyorlar. İşin bir başka dikkate değer yönü, Hıristiyan camianın turistleri de bu bakımlı kiliselere sadece turist gözüyle girip çıkmakta.

Bir Hırvat şehri olan Dubrovnik, Avrupa’nın en eski eczanesine sahip olmasıyla da dikkati çekiyor. Üçyüzelli yıl Osmanlıyla iyi geçinip onun sözünden çıkmayan akıllı çocuğu Avrupa’nın. Sonunda kendine has özgün huylar, belli bir kimlik ve şahsiyet geliştirmiş bu insanların, ellerinde olanı en iyi şekilde kullanma becerileri fevkalade gelişmiş. Tarih içinde Fransa tarafından, Avusturya tarafından meşhur Knez Sarayı’ndan çıkartılmış olsalar da onlar Osmanlı arşivlerini saklayabildiklerini söylüyorlar. Tarih sahnesinin bütün hoyratlığına rağmen onbeşbin Osmanlı belgesini koruyabildiklerini öğreniyoruz. (*)

Dubrovnik genel görünümüyle tipik bir Hıristiyan orta çağ şehri ve bu belde üçyüzelli yıl Osmanlı korumasında kaldığına göre Osmanlı yönetiminden bazı izleri taşıması çok doğal olacaktı. Fakat görünürde herhangi bir ize rastlamak mümkün olmadı. Bir tek nişanesi var Osmanlıyla olan geçmişinden: Sponza Sarayının üzerinde arka tarafına doğru dikilmiş bir sütun ve ucunda bir sarık! Küçük ama Adriatik’ten gayet sarih görülebilecek bir yükseklikte.

Şehrin simgesi Aziz Vlaho Kilisesi. Ve tabii şehrin dört bir yanına serpiştirilmiş heykelleriyle Aziz Vlaho bir elinde şehrin maketini tutmakta. Yani, şehrin manevi koruyucusu. Aziz Vlaho günü (3Şubat) Dubrovniklilerin en kutsal bayramı. Çünkü halkına kritik, tehlikeli zamanlarda görünüp onlara “Şehrinizi düşmandan koruyun!” dermiş. Tarihleri ve bulundukları coğrafya bu insanlarda “düşman” bilincini daima diri tutmayı gerektirmiş.

Gerçi iç içe geçmiş kiliseli caddeler arasında bir mescidin olduğunu da öğrendik. Aradıktan sonra bulabildiğimiz “mescid” diye ayrılmış mekânın kapısı açık değildi. Ancak akşam ve yatsı vakitlerinde girilebiliyor. Osmanlı himayesi günlerinden geriye fazla bir şey kalmamış olmakla beraber bir Dubrovnik marketinde küçük yuvarlak fodlaları görünce hiç olmazsa ekmeklerinde bir iz bırakmışız diyebildik.

Dubrovnik sonuçta güneş ve deniz beldesi. Ama girintili çıkıntılı koylarında hiç şüphe yok ki o eski deniz ticaretinin, açık veya gizli deniz savaşlarının yer aldığı önemli bir ticaret noktası. Bugün turizmde hayli iddialı bir yerde. Türklerden de epey ziyaretçisi var bu eski beldenin. Her millet için ayrı ayrı dillerde menüler hazırlayan, kale içindeki eski şehrin her bir dairesini otele, pansiyona döndüren ve nostaljik denebilecek her türden eşyayı turizme sunan Dubrovnik kendi yüzölçümünün kat kat üstünde bir işletme potansiyelini elinde tutmakta. Tarihten bugüne süzdüğü tecrübenin esasını iyi ilişkiler oluşturuyor. Kibarlıkla, nezaketle, temizlikle ve büyük bir siyaset becerisiyle. Ortaçağdan bugüne Dubrovnik’te görünüşe bakılırsa pek bir şey değişmemiş. Küçük ama önemli bir diyar.

(*) Kavşaktaki Bilgelik, Dubrovnik Cumhuriyeti ve Osmanlı Devleti Döneminde Olaylar, Vesna Miovic.