Târihçi ve Sosyolog Doç. Dr. MEHMET BİLGİN ile ‘LÂZLAR’ Hakkında Konuştuk.

211

Oğuz Çetinoğlu: Orta Anadolu, Ege ve Akdeniz bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, Sinop’un doğusundan Kemalpaşa ilçesindeki Sarp sınır kapısına kadar olan bölgede oturan insanlarımızı ‘Lâz’ olarak anıyor. Onlar Türkiye’nin ve hatta dünyanın her tarafında var. Belirtilen bölgelerde topluca yaşayanlar ve doğma büyüme o bölgeden olanlar kast ediliyor. Lâzların etnik bir grup olduğu da söyleniyor. Bölgede kapsamlı incelemeler yapan bir uzman olarak görüşlerinizi lütfeder misiniz?

Dr. Mehmet Bilgin: Sâdece sınırın bu tarafında Lâz yok. Ötesinde de Lâz var. Osmanlı coğrafyasında olan, öte taraftaki Lâzlar da bizimkilerle aynı. Sarp’ta sınır var. Sınırın iki tarafta ayrı kalanlar, aynı zamanda akraba. Çok daha ötesinde Megreller var. Dil olarak Lâzların diline biraz yakın. Ama Lâzlar kendilerini Megrellerden ayrı tutmuş.

Ama konuyu doğru bir şekilde açıklayabilmemiz için imkânlar ölçüsünde bâzı tespit ve hatırlatmalar yapmamız lâzım. İlk tespitimiz Lâz kelimesinin bir etnik grup adlandırması olmanın ötesinde coğrafî bir adlandırma olduğudur. Bilebildiğim kadarıyla bu Roma döneminden îtibâren böyle. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde de devam eden bir coğrafî adlandırma. İstanbul’da yaşayan için, İstanbul’dan îtibâren bütün güney Karadeniz sâhilleri Lâz. Bu tespit târihî gerçekleri anlayabilmek ve açıklayabilmek için çok önemli. Sâdece ‘Lâz’ için değil, Kürt için de, Gürcü için de, Acem için de halkın coğrafî olarak adlandırılması geçerli. Bir lokal örnek olarak Trabzon bölgesinde, Gümüşhâne-Bayburt bölgesinde yaşayan halk için kullanılan ‘Halt’ adlandırması var. Bu bir etnik değil, coğrafî bir adlandırma. Gümüşhâneli anlamında. Roma’nın Haldiya eyâletinden kalma bir adlandırma.

Lâz, coğrafî adlandırmanın ötesinde etnik bir gruba da verilen ad. Ama aynı zamanda Doğu Roma / Bizans döneminden kalma coğrafî bir terim. Kavramı coğrafî anlamda kayda geçiren Roma kaynakları. Roma kaynakları ‘Lâzika Krallığı’ndan da bahsederler. Trabzon’da devlet kurmuş olan Komnenosları Doğu Roma / Bizans kaynakları ‘Lâz Dükleri’ olarak kaydediyor. Roma’nın sınır bölgesinde olmak, kimliklerini yaşatabilmek için vesile olmuş. Ortodoks kilisesi tarafından Romalılaştırılmadan / Rumlaştırılmadan varlıklarını devam ettirebilmişler. Lâz tâbiri ülkemizde coğrafî terim olarak; Doğu Karadeniz sâhilleri, özellikle, Ordu-Giresun-Trabzon-Rize bölgeleri için Erzurum-Ardahan-Kars bölgesinde yaşayan halk tarafından hâlâ daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu söyleyişi en son duyduğumda Ardahan’da bir kamyon şoförü; ‘Lâzlar yol kenarlarına fındıklarını sermiş kurutuyor. Fındıkların başında tek bir bekçi bile yok…’ demişti.

Çetinoğlu: Yanlış anlamadı isem, Lâz isimlendirmesinin bölge ile alâkalı olduğunu fakat ‘etnik bir grup’ olabileceğini de îmâ ettiniz. ‘Etnik Grup’ kavramının târifi ile röportajımıza devam edebilir miyiz?

Dr. Bilgin: Sorunuzu açıklayabilmek için önce millet / ulus dediğimiz yapıyı bilmemiz lâzım. Millet / Ulus tâbiri önce İngiltere’de ortaya çıktı. Yaklaşık yüz yıl sonra Fransa’da. Oradan önce Avrupa’ya sonra dünyâya yayıldı. Özetle 17.-18. yüzyılda ortaya çıktı. Millet, insanların oluşturabildikleri en büyük ve en geniş muhayyel sosyal birlik. ‘Millet’; hür, eşit ve anayasa ile alâkalı bir sitem içinde, kanunlar çerçevesinde âdil bir sistemde yaşayan insanlardan oluşur.

Toplumbilimciler / sosyologlar, millet olarak şekillenip ortaya çıktıktan çok daha sonra, milletin içinde varlıklarını devam ettiren yeni (sınıflar) veya eski (etnisiteler) oluşumları da söz konusu etmişlerdir. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da millet etnik unsurlardan oluşmuş. Bu millet olmaya engel değil. Millet birliği oluşunca ortak sevinçler, ortak üzüntüler birlikte yaşanmaya başlar. Millet olmak için sınırları belli bir vatan toprağı söz konusu. ‘Vatan’ kavramı Osmanlı’nın son dönemine kadar bizde de yok. Bunu bize öğretmeye çalışan Nâmık Kemâl. Bizim ortaokul ve lise çağımızda, iftira atmayı alışkanlık

yapmış bâzı çevreler bize Nâmık Kemâl adını kullanarak müstehcen fıkralar anlatılırdı. Nâmık Kemâl’i ahlâksız olarak niteler ve kötülerdi. Bundan da büyük haz duyarlardı. Nâmık Kemâl’in başına gelenlerin tamamı ‘sultanın mülkü’ yerine ‘vatan toprağı’ demeye, dedirtmeye çalıştığı için… Yoksa Avrupa’da sürgünde iken yazdığı yazılarda bile, ‘Batıyı’ batı yapan yeni (modern) değerlerin aslında Kur’ân da mevcut olduğunu belirtir. Hz. Muhammed’in getirdiği dinin yüceliklerini yazardı.

Dinî bayramlar her dinin inanan mensupları için vardır. Millî bayramlar ise gönüllü olarak millet bütünü içinde yer almış herkes için… Daha geniş muhayyel bir bağ diyoruz ya. Birden çok din mensubu aynı muhayyel birlik içinde olabiliyor. Ondan önce, Ortaçağda ve tabi ki Osmanlıda da her dinin veya mezhebin mensubu ayrı birer millet olarak tanımlanıyordu. İmparatorluklar ayrı ayrı milletlerden oluşmuştu. Yöneticiler bunları birbirine karşı kullanırlardı. Yönetim anlayışı buydu. Din adamları ortaçağın icapları gereği, her türlü etnik oluşumları din kazanı içinde eritip birleştirmeye çalışırdı. Bu ortaçağın karakteristiğidir.

Doğu Roma’nın mezhebi Ortodoksluk olduğu için biz Osmanlı toprağında yâni sultanın mülkünde, Ortodoksları Arapçada olduğu şekliyle Rum yâni Romalı olarak adlandırıyorduk. Farklı dinlere, mezheplere mensup oldukları halde, Türkçeden başka dil bilmedikleri için, sâdece Türkçe konuşabilenler, Arap, Rum, Ermeni, Süryâni, İbrani alfabeleri ile ama dil olarak Türkçe; din kitapları, edebiyat kitapları, gazeteler, dergiler, yıllıklar yayınladılar. Bunların binlercesi elde mevcuttur. Müslüman veya değil, biz bunlarla örf, âdet, gelenek ve halk kültürümüzü ortak yaşadık. İnandıkları dinin alfabeleri ile bu alanlarda Türkçe çok eser bırakmışlar. Yazılı kaynakları inceleyebilir, tespiti sınayabilirsiniz. Farklı dinlerden kaynaklanan farklılıklar da hoş görü gösterilip birlikte kutlandı. O asırların yöneticileri, ortaçağın millet yapılanması içinde bunları dışladılar. Modernleşmede kaçırdığımız en önemli şey buydu. Sonuç: Osmanlının akıbeti, son iki asırda şekillenmiş

İngiltere’de, Fransa’da, Almanya ve İtalya’da millî birlik kurulurken, mevcut etnik gruplardan birinin dili millî dil olarak benimsenmiş, millî eğitim tarafından bütün ülkeye öğretilmişti. Neden mi? ‘Millet’ olurken, iletişim kurmak söz konusu. İlk millî iletişim ağı, millî dil olmuş. Etnik gruplardan birinin dili millî dil olarak seçilmiş, ülkeyi birbirine bağlamak için millî dil olarak inşa edilmiş.

Bir de fizikî iletişim ağı lâzım. O da demiryolu ve yollar. Bir yerden bir yere gidip gelme kolaylaşınca, millî dille tanışıp bilişme kolay olduğu gibi farklılıklar azalıp benzerlikler çoğalmış. Tabîi paralel gelişmeler de var. İlim ve sanayi… Millet örneklerinin temelinde bir de burjuva sınıfı ve millî ekonomi var. ‘Millet’i çok az olsa da açıkladık. Şimdilik bunu yeterli görüp, devam etmemiz lâzım.

Çetinoğlu: Farklı bir târif sundunuz. Teşekkür ederim. Anayasamızda yer alacak ‘Türk Milleti’ kavramı için lüzumsuz, yanlış ve hattâ zararlı fikirler ortaya atıldı. ‘Türkiye vatandaşı’ndan bahsedildi. ‘Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar Türk’tür.’ Denildi. Türklüğün bir âidiyet meselesi olduğu unutuldu. Azerbaycan, Özbekistan, Türkenistan ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan soydaşlarımızın Türklüklerinin reddedilmesine sebebiyet veren yorumlara meydan açıldı. ‘Millet’ târifi yapılamadan konu rafa kaldırıldı. ‘Millet’ için dil birliğine dayanan târifler, çok az da olsa din, ırk / etnisiteye ve coğrafyaya dayanan târifler de yapılıyor. En doğrusu kültür unsurana bağlı târifler olsa gerek. Türk milletinin genlerinde ırkçılık yoktur.

Efendim, konumuza dönersek… Lâzlar için ‘bir etnik grup’ diyenler var. ‘Etnik grup’ târifinden ne anlamalıyız?

Dr. Bilgin: Etnik yapıya gelince: İnsanlar, kendilerini ötekine göre tanımlarlar. Kendinde olanı olmayanı öteki ile mukayese ederek belirginleştirirler. Aynı şey; âileler, gruplar, topluluklar ve toplumlar için de söz konusudur. Topluluklar söz konusu olduğu zaman kendilerini diğer topluluklarla mukayese ederler. Benzerliklerini ve farklılıklarını görür ve

tanımlarlar. Farklılıklarını gördüğü zaman etkilenir, araya mesâfe koyduğu gibi kaynaşma (etnogenez) de olabilir. Ama her halükarda grup kendinde olanları bu defa da tanımlamış olarak benimser.

Farklılaştırır veya farklılaşır. Bu farklılıklar giyim kuşamdan, yemeklere, yeme şekillerine, yaşadıkları ortamdan yaşama şekillerine, dil veya şive farklılıklarına, din veya ibâdet ritüellerine kadar hayat ve kültür alanındaki zenginliklere kadar söz konusu olur.

Coğrafî olarak farklı bölgelerde yaşayanlarda bu tür farklılıklar olması tabîidir. Ova veya dağlık bölgede yaşayanların farklılıkları bile, bu mukayese için söz konusu edilebilir. Toplumu inceleyen sosyal bilimciler bunların farkında olarak bir takım sınıflamalar ve târifler yapmışlar. Bu târifler aslında sosyal ilimcilerden çok önce, insanlar karşılaştıkları durumu kelimelerle ifâde etmek ihtiyacı duyduğundan bu yana var ve dillerde bu durumlar için bâzı kelimeler kullanılmıştır. İlk çağlarda şehir surları içinde yaşayanların kendilerine ‘medenî / şehirli’, surların dışında yaşayanlara ‘barbar’ denmesi bu kapsamda oluşmuştur. Toplumlar giderek karmaşıklaştığı zaman kelimeler, içerik ve sayı olarak zenginleşmiş.

Sosyal ilimciler etnik grup tanımı için bâzı belirgin kriterler sunmuş. Basitçe etnik grup toplumdaki diğerleri tarafından dil, din, soy, geçmişte yaşadıkları bölge gibi bâzı farklı özelliklerine göre ayırt edilebilmeli. Grup üyeleri de kendi farklı aidiyetlerinin bilincinde ve onları koruma ve devam ettirme aktivitelerini devam ettirme gayretinde olmalı. Tabîi başka tanımlar da söz konusu edilebilir. Başka ölçüler de söz konusu edilmiştir. Ama Avrupa artık dışarıdan işçi olarak gelen yabancı toplulukları etnik grup olarak tanımlıyor. Kendi içinde farklı etnik dili olan ama millî dili konuşanları değil. Avrupa’daki milletler, bir dönem yabancı işçilere bakarak farkındalıklarını her defasında yeniden benimseyip, kendi millî kimliklerini pekiştirmiş. Avrupa şimdilerde Avrupa birliği çatısı altında, belli bir süre sonra uyum sağlayabilmiş yabancıların entegrasyonuna çalışıyor. Bunlar bizim sosyologlarımızın toplumla paylaşamadığı şeylermiş gibi duruyor. Çünkü ilim toplumdan uzaklaştırılmış.

Çetinoğlu: Doğu Karadeniz bölgesinde doğup büyüyen insanların tamamı ‘Lâz’ olarak kabul edilebilir mi? Lâzların; Lezgiler, Megreller ve Kıpçak Türkleri ile bağlantıları var mı?

Dr. Bilgin: Bölge halkı, etnik Lâzları ‘Dil bilen Lâz’ olarak anar. Buralar da yâni Lâzlar Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Borçka ilçelerindeki bâzı köylerde diğer etnik gruplarla yan yana, iç içe yaşamaktadır. Aynı câmide ibâdet edip, aynı kahvehânede oturmakta, aynı okulda eğitim görmektedir. Lâz olanlar Lâzca dediğimiz bir dil konuşmaktadır. Tabîi Lâz dediğimiz bir grubun içinde. Ayrıca bu dil bu etnik grubun içinde de coğrafî olarak bazı farklılıklar gösterir. En duru Lâzca’nın Fındıklı bölgesinde konuşulduğunu söylediler. Ama Lâzlar ve Lâzların yaşadığı küçük vâdilerde daha bir çok gizem (sır) saklı. Meselâ Ardeşen ve Dutha bölgesi tamamen Kuman/Kıpçak Türklerinden oluşmuş. Hepsi de Lâz. Ama Dutha’da. bir kavgaya başladı mı, bütün mermiler bitene kadar günlerce devam eder. Sonra çevreden ileri gelenler ve din adamları devreye girer ve barış ilân edilir. Bütün Ardeşen de birçok âile Kuman/Kıpçak boylarına mensup. Bunların Kuman/Kıpçak olduğunu Osmanlı dönemine ait belgelerdeki âile isimlerinden anlıyoruz. Tolunoğlu, Türütoğlu, Topaloğlu, Demircioğlu, büyük ve yaygın Kuman boylarına âit isimler. Hatta bu âile isimlerine Mısırdaki Memlükler arasında da rastlanmaktadır. Yörede dolaşırken bâzı âilelere mensup olanların bu ilişkinin farkında olduğunu tespit ettim. Bir görüşmede bâzıları Lâzların asıllarının Mısır’dan geldiklerini söylediler. Oysa Mısır’a buralardan gidilmiş. Çünkü Mısır’daki Memlük devletini kuranlar Kuman/Kıpçak Türkleri.

Baybars al Mansuri ‘Et-Tuhfetu’l Mulûkiyye Fi’d-Devleti’t-Türkiyye’ adlı eserinde devletlerinin adını Türkiye olarak beyan etmiş. Adını Türk olarak beyan eden 3. Devletimiz. Bizdeki târihçiler pek bilmez ama Lâz olarak anılan âilelerden de Osmanlı tarafından Memlük olarak çocukların alındıklarını biliyoruz. Bunlar saraya yakın çevrelerin eli ile yetiştirilmiş.

Sadrazam olanlar var. Bunlar ‘devşirmeler’de olduğu gibi ‘Osmanlı’da Memlük Sistemi’ olarak ele alınıp incelenmeli. Osmanlı Müesseseleri Târihî içinde yerini almalı.

Bunların en meşhurlarından birisi, aslen Hopalı Tuzcuoğlu Memiş Ağa’nın da dayısı olan ve Tuna boylarındaki kalelerde başarılı görevler yaptıktan sonra Sadrazamlık yapmış olan Arhavi’deki Cordanoğullarından Lâz Ahmet Paşa. Cordanoğulları, ‘Lâzların Târihî’ adlı eserde ‘ünlü Lâz derebeylerinden’ diye anılır. Cordanlar da çok ünlü ve büyük bir Kuman/Kıpçak boyu. Gürcistan’da Macaristan’da ve Karadeniz’in kuzeyindeki ülkelerde, Türkiye’de, Yunanistan’da mevcut olduğunu biliyoruz. 1918 de ilk Gürcistan Cumhurbaşkanı Neo Jordanya’dır. (Nuh Cordan). Oğlu ABD de açıklamış. Bizde yakın olan ‘Üçkardeş gelmiş’ miti ile başlayan bir hikâye anlatmış. O Gürcü, Arhavi’deki Lâz, Sürmene’dekilerden Ortodoks Hıristiyan olanlar Rum, Müslüman olanlar Türk. Macaristan’dakiler Kuman/Kıpçak olduklarını bilirler. Bu hikâye bütün etnik bileşimlerin alt yapısının gerçek hikâyesi. Geniş ölçüde üstü örtülmeye çalışılan gerçekler böyle. Benzer âilelerin de, yaygın olarak bilinen isimler, lakaplar veya yeni isimlerle üzeri örtülmeye çalışılmış. Bunu bazen kiliseler de yapmış. Sadrazam olanlardan Borçka-Muratlı’dan Hurşit Paşa var. Dizdaroğlu. Ayrıca, Mısır’da heykeli dikilmiş olan Lâz oğlu Muhammed Paşa’da var. Çayeli’nin Kaptan Paşa’sı da var. Hepsi araştırılıp yazılmaya muhtaç. Ama bu saydıklarım Osmanlı memlük sistemine dâhil ve oradan yetişme. Bizim târihçiler, Osmanlıyı devşirmeye indirgemişler. Çünkü ilk Osmanlı târihlerini modernleşmiş batılılar yazmış. Bu kafayla buraya kadar gelebilmişiz. Oysa diğer imparatorluklar gibi, sistem tıkanınca Osmanlı da alternatifler geliştirmiş. Devşirmeler cıvıtınca, Doğu Karadeniz bölgesinden derebeylerin çocuklarını almış, saray çevresinde eğitmiş ve görevlendirmiş. Tuna boyundaki filo kaptanlarının bir kaçı Sürmenelidir. Söylediğim şeylerin belgeleri Osmanlı arşivlerinde var. Araştırmak için meraklısını bekliyor. Üstü kalaylanmış yâni. Kalayı kazıyınca altından gerçekler çıkıyor. Bu da kötü bir şey değil. Ayrıca bütün dünyâda, en gelişmiş millî yapılar ve etnik yapıların gerçeği de böyle. Benimseyerek ‘Kaynaşma’. İlk millet olan İngilizlerin de, millet olmayı dünyaya yayan Fransızların bile birçok etnik grubu var. Yâni millet olmak tüm etnik grupları daha üst bir yapıda, özgür ve eşit bireyler olarak birleştirmek demek. Üç yüzyıldır dünyadaki mücâdele milletlerin mücâdelesi. Yirminci yüz yıldan îtibâren millî bütünden daha büyük ekonomik güç elde etmiş, güç yapıları oluşmuş. Bunların mücâdelesi Birinci İkinci Dünya Savaşı’na ve sonrası gelişmelere damgasını vurmuş. Bunu yok sayıp, birleşmeye değil de ayrışıp çatışmaya yönelirsen bu da ait olduğun millî bütüne zarar verir. Seninle hesabı olan bir başka millî bütünün işine yarar. Bir takım ezberleri tekrarlayan farklılıkları öne çıkaran etnikçiler de genellikle bunun için var. Orada da bir döngü var. O döngüden besleniyorlar. O çarkı izlersen bu döngüyü de, bir takım ezberleri tekrarlayan, farklılıkları öne çıkaran anlayışı da çözersin.

Çetinoğlu: ‘İlk millet İngilizler’ ve benzeri ifâdeler ihtiyatla karşılanabilir. Konumuz olan Lâzların kendilerine ait müzikleri var. Alfabeleri de var mı?

Dr. Bilgin: Lâzların kendilerine ait olduğunu söylediğiniz müzik Lâzların kendilerine ait ise Lâz olmayanların anlamaması, hoşlanmaması lâzım. Tüm Türkiye anlıyor ve seviyor. Yöreden çıkan sanatçıların konserlerinde coşup kaynaşanların hepsi de Lâz mı? Bu coşku zorla mı, dayatma ile mi gerçekleşiyor? Kaynaşmanın coşkuya ulaştığı anları ayrışma nedeni olarak görmek sağlıklı mı? Hangi müzik âleti Lâzlara aitmiş ki? Tulum mu? Kemençe mi? Gitar mı? Yapılan müziğin formu mu? Çok soru sordum. Bence düşünceyi harekete geçirmek için yeterli.

Çetinoğlu: Haklısınız. Vals Avusturya’dan, Tango Arjantin’den, Radrigo’nun Gitar Konçertosu İspanya’dan, Beethowven Almanya’dan… Türkiye’de de sevenleri vardır. Konser mekânındakileri coşturup kaynaştırıyorlar. Bu durum da zorla oluşturulmuş değil. Sevenlerine göre değer taşıdıkları için dinlenmektedir. Horon, tulum ve kemençe de öyle…

Anlaşıldı. Lâzların alfabesi yoktur. Ayrıca ihtiyaç da yoktur. Sâdece olup olmadığını öğrenmek istemiştim. Öğrenmek istediğim husus şuydu Efendim: Lâzlar, Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türklerin bir kolu mudur? Yerleştikleri bölgede Lâzca denilen ‘anlaşma vasıtası’ ile konuştukları için mi için mi ‘Lâz’ olarak anılmaktadır? Nitekim ikinci kuşaktan îtibâren Anadolu’nun diğer bölgelerine yerleşenler kısmen anlayabildikleri halde Lâzca konuşamıyor. Üçüncü kuşaktan olanlar anlayamıyorlar bile…

Öyle anlaşılıyor ki bu konu araştırılmaya muhtaçtır. Anladığım kadarıyla araştırmalardan kesin bir kanaate ulaşmak da mümkün olmayabilir.

Çok teşekkür ederim.

Dr. MEHMET BİLGİN: 1955 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini burada tamamladı. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Dil-Târih ve Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun olduktan sonra Sürmene’ye döndü ve baba tezgâhında tıbbî bitkiler ve çiçek soğanları ihracatı ile meşgul oldu. Doğu Karadeniz Bölgesi’nin târihî ile ilgilenmeye bu dönemde başladı. Ortaokul döneminden bu yana okuduğu eserlerin yanı sıra bölgede yaptığı detaylı araştırma gezileri, kitaplarına temel teşkil etti. Doğu “Yerel Târih” ile ilgilenmeye bu dönemde başladı. Okuduğu eserlerin yanı sıra bölgede yaptığı detaylı araştırma gezileri, kitaplarına temel teşkil etti. Doğu Karadeniz Bölgesi’nin Târihîile ilgili eserlerin çoğunun ön yargılı, yetersiz ve birbiri ile çelişen bilgilerle dolu olduğunu görmesi onu birinci el kaynaklara yöneltti. Bu sebeple 1988’den itibaren Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Topkapı Sarayı ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde araştırmalar yaptı. Bu dönemde Samsun, Giresun ve Trabzon’da düzenlenen Târih Sempozyumlarında bildiriler sunan yazarın çeşitli kitap ve dergilerde yazıları yayınlandı. Mehmet Bilgin’in ilk kitabı, 1990 yılında yayınlanan ‘Sürmene Târihi’ adlı eserdir. Kitap sâdece Sürmene’nin değil bütün Doğu Karadeniz Bölgesinin târihine kaynak ve örnek olabilecek bir hacimdedir. İkinci kitabı ‘Madur Dağı Savaşı’ adlı ile 1991 yılında yayımlandı. Aynı kitabın genişletilmiş 3. baskısı; ‘Rus İşgalinde Trabzon Direnişi’ adıyla yayınlanmıştır. Kitapta, Birinci Dünya Savaşında Karadeniz Sâhillerinde ve 1916 yılının Haziran-Temmuz aylarında, Ruslar tarafından işgal edilen Trabzon’u geri almak için Türk kuvvetleri tarafından Bayburt’tan Karadeniz sâhillerine doğru bir çizgide başlatılan harekât ve harekâtın birinci ayağında yapılan savaşlar anlatılmaktadır. Doğu Karadeniz Bölgesi’nin târihîve kültürel değerlerine duyduğu ilgiyi, bölge hakkında araştırmalar yaparak devam ettiren Mehmet Bilgin, 1990 yılı sonlarında İstanbul’a yerleşti. Burada, ticaret yaparak geçimini temin etmeye ve araştırmalarını finanse ederek çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Davet edildiği ulusal ya da uluslararası sempozyumlara katılarak bildiriler sundu. Doğu Karadeniz Târih Kültür İnsan adlı 3. kitabı 2000 yılında yayınlandı. Bu kitap, Doğu Karadeniz Bölgesinin etnik târihîile ilgili detaylı bir çalışmadır. 2002 yılında bu çalışmasından dolayı, Türk ocakları tarafından ‘Ziya Gökalp Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı’na lâyık görüldü. ‘Doğu Karadeniz’de Bir Derebeyi Âilesi Sarıalizâdeler (Sarallar)’ adlı dördüncü kitabı 2006’da yayınlandı. Kitapta, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki sosyal yapı ve bu yapının oluşma süreci, mikro seviyede ama detaylı bir şekilde ele alınır. 2007 yılında yayınlanan ‘Karadeniz’de Post Modern Pontosculuk’ adlı beşinci kitabı; isminden de anlaşılacağı gibi, Doğu Karadeniz Bölgesindeki dış kaynaklı etnik ayrıştırmayı hedefleyen faaliyetleri ele almaktadır. 2010 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Din Sosyolojisi dalında Yüksek Lisansını tamamladı. Belli bir tempoyla çalışmalarını sürdüren Mehmet Bilgin’in altıncı eseri ‘Karadeniz Dünyası’ Ötüken Neşriyat tarafından 2014 de yayınlandı. Karadeniz konusunda makro ve mikro seviyede araştırmalardan oluşmuş, ‘bu eseri, Karadeniz ve etrafındaki coğrafyaya, Târihî temelde çok farklı bir bakış açısı sunar. Bir Cumhuriyet Milletvekili Sami Kumbasar’ adlı yedinci eseri, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki sosyal yapıyı, öncekilerden daha farklı bir kesitte ele alıp açıklamasının yanı sıra; 1968-1980 arasında Türk siyâsî hayatına da ışık tutması bakımından önemlidir. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümünde Doktora eğitimini tamamlayan Mehmet Bilgin’in Doktora Tezi 2016 yılında Ötüken Neşriyat tarafından ‘Teşkilât-ı Mahsusa’nın Kafkasya Misyonu ve Operasyonları’ adıyla yayınlandı. Bu konuda çalışmalarına devam eden Mehmet Bilgin, eksik, yanlış bilinenler ve önyargılara işaret eden Teşkilât-ı Mahsusa Nedir? Ne Değildir? Adlı eseri, 2022 de yayınlandı.

Doç. Dr. Mehmet Bilgin hâlen İst

Önceki İçerikİslâm’ın Geleceği
Sonraki İçerikYaratan İle Yaratilanlar 
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.