Her kitap; birer maden kaynağı gibidir. Fakat madenler, nasıl ki toprakta cüruf ile karışıktır; kitapların da bulaştığı cüruflar vardır. Kitapların da, az veya çok, cüruf denen bazı duyguların tesirinde kalınarak kaleme alınmış olanları vardır! Veya yazarın, bütün samimiyetine rağmen kitabında; yanlışlardan kaçamadığı bölümler bulunabilir. Yahut, kasıtlı bir şekilde, sırf cüruf olarak yazılan sözde eserler de, yazılmış ve yazılmaktadır. Yine de böyle kitaplardaki materyaller, bilgiler veya belgeler; birer maden hükmündedirler. Cüruf denen keyfi yorumlarından ayıklayarak, aynı materyal veya vesikayı, bizler de pekala kullanabiliriz.
Çünkü, yılan su içer zehir akıtır. Arı su içer bal döker. Demek ki, aynı belge ve olguyu iyiye de, kötüye de yormak mümkün. Bize düşen iş; her kitabın maden ve cevheri diyebileceğimiz iyi, güzel ve doğru taraflarını almak olmalı. Her kitabın; cüruf sayılan kötü, çirkin ve yanlış yönlerini bırakmalı. Zaten her beşeri kitap; bünyesinde az veya çok cüruf barındırmaktadır. Öyleyse, bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün de terk edilmemeli. İçinden; istenen alınmalı, istenmeyen bırakılmalı.
Tabii ki, Kur’an ve Hadis kitapları ve ilhama mazhar olmuş büyük alim ve veli zatların vehbi eserleri; böyle bir tahlilden azadedir. Çünkü, onlar; mahza maden hükmündedirler. İçlerinde cüruftan eser yoktur. Zira, o tür kitaplar; sırf Hak kelam ve Hak sözlerdir. İçlerinde, her çeşit ilim madenini bulunduran; ilim ve din dışı cüruflardan soyutlanmış, halis birer kaynaklardır.
Millet, şahs-ı manevidir. Manevi bir şahıstır. Teferruat ve ayrıntılarda farklılıkları olan insanların; müşterek ve ortak mana ve anlamların toplayıcı hükmü altına girmelerinden meydana gelen, milli bir topluluktur. Rast gele bir araya gelmiş bir yığın değildir.
Zamanımızda yaşamayan büyük zatları; kim görmek istemez? Kim onların sohbetlerinde bulunmayı arzulamaz ki?
Oysa, “Onların zamanında yaşamadık!” diye üzülmeye hiç gerek yok. Eğer onların eserlerini okuyor, anlıyor ve benimseyip içselleştirebiliyorsak; onları hem görmüş sayılır, hem de onlarla sohbetlerde bulunmuş oluruz. Çünkü:
“Ehl-i hakikatin (hakikati arzulayan ve gerçeği bulup onun peşinden giden Allah Adamlarının) sohbetine; zaman, mekan mani (ve engel) olmaz. Manevi radyo hükmünde; biri şarkta (doğuda), biri garpta (batıda), biri dünyada, biri berzahta (yani ruhların kıyamete kadar bekleyeceği, dünya ile ahiret arasındaki yerde) olsa da, rabıta-i Kur’aniye ve imaniye (iman ve Kur’an bağı) onları birbiriyle konuşturur (ve görüştürür).”
İşte, böyle büyük zatların eserlerini okuyanlar; onların manen kapılarını çalıyor ve onlarla görüşüp konuşuyorlar demektir.
“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddi ve ferdi ve fani şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”
Tıpkı, kişiler fani ve geçici, müessese ve kurumlar baki ve devamlı oldukları gibi. Öyleyse yapılacak bütün işler ve gözetilecek tüm hedefler; istikbal ve geleceğe yönelik olmalı. O şeyin kalıcılık tarafına hizmet etmeli. Bu hususu sağlayıcı mahiyete bürünmelidir.
Bugün, hemen her şey fabrikalarca yapılıyor ve üretiliyor. Fabrikalarda tam bir iş bölümü var. Her bölüm; yapılacak ürünün, sadece kendinden istenen kısım ve parçasını imal ediyor. Ve tabii, sadece bir parça üstüne yoğunlaştığı için, yalnız onu yapıyor. Fakat kısa zamanda ve çok sayıda. Böylece, seri bir üretim yapılmış oluyor. Bu şekilde hazırlanan parçalar bir araya getirilip; birbirine monte edilerek, arka arkaya sayısız imalat gerçekleşmiş oluyor.
İşte bu, işe; ferdin değil cemaatin, yani bir grubun el atması demektir. Nitekim zaman
cemaat zamanıdır derken; sorunlara, kendi başımıza değil, herkesle bir ve beraber olarak, el birliğiyle el atmanın gereğine inanmak ve bunun icabını yerine getirmeyi kastediyorum. Nitekim, istisnalar dışında, mes’elelere, bir de bu açıdan bakmak lazım.
Şayet bir fabrikada üretilen bir alet veya edevatın her parçasını; bir kişi yaptığını, sonra da onları bizzat kendisi bir araya getirerek, üretimde bulunduğunu düşününüz. Fabrikanın bir saatte ortaya koyduğu sayısız imalata bedel; tek başına her şeyi kendisi yapmak zorunda kalan kimsenin; bir şeyi belki birkaç hafta veya birkaç ayda yapabileceği malumdur.
Zaman cemaat zamanı derken; insanların maddi – manevi ihtiyaçlarını karşılamanın yolu; ancak böyle mümkün olabileceğini söylemek istiyoruz. Keza, insanların -özellikle- hak aramak için, seslerini ilgili mercilere, işte bu metotla duyurmaları halinde; sonuç almaları imkan dahilindedir.
Nitekim çeşitli sahalarda çalışan insanlar; bir dernek çatısı altında toplanarak, yani bir bakıma cemaatler oluşturmak suretiyle; seslerini duyurmak ve kendilerini dinletmek fırsatını buluyorlar.
Kaldı ki, “Söz, kuvvetini nispetinden alır.” Çünkü “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.” Bir kişinin hak aramasının getireceği sesle, aynı hak peşinde koşan yüzlercesinin getireceği ses arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, tek tek fertler bir karışım hali gösterirken, aynı gaye ve aynı hedef etrafında kenetlenenler, bir yumruk gibi olup, terkip teşkil ederler. Karışım; en hafif bir rüzgarla her an dağılmaya mahkum kum yığınlarını andırırken, Terkip; en büyük fırtınalar karşısında bile, hiç istifini bozmayan beton kolonlara benzer.
İşte cemaat / şuurlu topluluk; halkın, birbiriyle kenetlenerek, demir bir yumruk halini alması keyfiyetidir.