Suriye’nin Dar’a kenti halkı, Temmuz 2011’de Baas rejimine karşı gösterilerini yoğunlaştırdığı günlerde, olup biteni yerinde görmek için, Ürdün’den Suriye’ye geçmiştim. Yermuk Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulunduğum bu sıcak ve kavurucu yaz günlerinde Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan halk devriminin Suriye’ye sıçradığı ve peşinde Ürdün’de de varlık göstereceği konuşuluyordu.
Dar’a kentinden her gün çok sayıda Suriye vatandaşı Ürdün’e geliyordu. Olup bitenleri Ramsa ve İrbit’teki akrabalarına anlatıyordu. Zira belirtmek gerekir ki, Ürdün ve Suriye sınırını oluşturan hat tamamen yapaydı. Coğrafik, kültürel, ekonomik ve etnik bir sınır mevcut değildi. Bu üç kentin arasında bugün her ne kadar Suriye ve Ürdün sınırı yer alıyorsa da, 90 sene önce burası Havran livası olarak biliniyordu. Bundan dolayı siyasi ve askeri sınırlar Osmanlı’nın Havran ovasındaki halkları bir birinden ayırmaya kâfi gelmemişti. Bu durum Suriye’ye ve Dar’a kentine günü birlik gidip gelmem için iyi bir fırsatı bana sunuyordu. Rejim karşıtı gösterileri yerinde gözlemek, benim için önemli bir fırsat oluyordu. Dar’a bu günlerde “Devrimin beşiği” ünvanını da aldı.
Bölge halkı Suriye’de devrimin olacağına inanmakla birlikte, Ramazan El-Buti gibi âlimlerin Suriye rejimine destek olmalarına anlam vermiyordu. Bunun doğru olamayacağına dair rivayetleri aktarmaya çalışıyordu. İran, Şia ve Hizbullah güçlerinin bir halk devriminin Suriye’de gerçekleşmesine engel olabilecek kadar güçlü olduğunu tahmin edenler vardı.
İsrail’in işgali altında bulunan Golan tepelerinin, Eset ailesi tarafından İsrail’e ikram edildiğini bölge halkı iddia ediyordu. Bu ikramdan dolayı Havran bölgesi halkı, İsrail ile Esed rejimi arasında gizli bir ittifakın mevcut bulunduğunu bana anlatıyorlardı. Bundan dolayı Suriye rejiminin İsrail tarafından dolaylı olarak gizli yöntemlerle korunacağını belirtiyorlardı.
Golan tepeleri, terihi Filistin ve Ürdün topraklarının su kaynaklarının denetimi, Şam ve Havran ovalarının askeri olarak gözetimi açısından çok stratejik bir mevkide bulunmaktadır. Bu tepelerin hakim noktalarında İsrail’in askeri üsleri ve radarları bulunmaktadır. Bu radarlarla, rejim muhalifi gösterilerin başladığı Dar’a kentinin caddelerinde olup biteni yakından gözlemek ve kayıt altına almak mümkündür. Bölge halkı, Suriye’deki mevcut Baas ve Esed rejiminin İsrail ordusuna tek bir kurşun sıkmadan Golan tepelerinin teslim edildiği kanaatindedir. Bundan dolayı İsrail’in Esed yönetimini ve iktidarını çaktırmadan destekleyeceğini ifade etmekteydi.
Suriye sınırında yaşayan Ürdün halkının, henüz iç savaşın başlamadığı ve gösterilerin devam ettiği Suriye konusunu, İran’la birlikte düşünmelerine o günlerde anlam verememiştim. Çünkü o günkü kanaatime göre Suriye Baas Rejimi ile yönetilen laik bir ülkedir. Şii şeriatıyla idare edildiğini resmileştiren İran yönetiminin her ne kadar Şiilikle bağları olsa da böyle bir rejimden yana olamayacağını düşünmüştüm.
Havran halkı sınırın her iki tarafında açıkça İran’ın büyük bir güç olduğunu konuşuyordu. Bölgede geleneksel Siyonizm korkusuna bir de İran korkusu eklenmişti. Irak’taki Maliki yönetimi, Suriye’nin Esed rejimi ve Lübnan’ın Hizbullah’ı ortak bir güç olarak tanımlanmaktaydı. Bundan dolayı Suriye’de Mısır’daki gibi bir halk devriminin kolay kolay gerçekleşmeyeceğini söylüyorlardı.
İşte böyle bir ortamda Dar’a kentindeki gösterileri izlemeye gitmiştim. Göstericiler oldukça coşkulu sloganlar atıyordu. Bir meydanı boşaltıp diğer meydanı dolduruyordu. Caddeler göstericilerin hâkimiyetine girmişti. Esnaf göstericileri alkışlıyordu. Dar’a kentindeki gösteriler mahalle aralarına yayıldığı zamanlarda ise, kim tarafından gönderildiği belli olmayan kurşunlarla, her gün birkaç kişi keskin nişancılar tarafından öldürülüyordu. Her cinayet yeni bir gösteriye ve halk buluşmasına dönüşüyordu. Göstericiler ve rejim muhalifleri bu aylarda henüz silah kullanmıyordu. Ama birileri buna rağmen göstericilerden her gün birkaç tanesini hesap yaparcasına öldürüyordu.
Dar’a kentinin meydanlarında bunlar olurken, Suriye’nin diğer kentlerine de gösteriler hızlı bir şekilde yayılmaktaydı. Suriye, Arap baharının kurşunlarla ısınan atmosferine birkaç ay içinde kendini tamamen kaptırdı. Konu kısa süre sonra Suriye’nin iç meselesi olmaktan çıktı. Bölgesel ve küresel bir şekle dönüştü. Suriye konusu, Birleşmiş Milletler Teşkilatının ve küresel hegemonik mahfillerin gündemine bu günlerde oturmaya başladı. Libya operasyonuna benzer bir Nato saldırısının Suriye’de devreye konması, küresel aktörler tarafından gündeme getirildi. Küresel aktörlerin girişimleri ve söylemleri göstericileri coşturuyordu. Libya gibi olmasada Tunus ve Mısır’daki gibi kısa sürede halk devriminin gerçekleşeceğine inanıyorlardı.
Türkiye, o günlerde, rejim muhalifi gösterilerin üzerinden beş ay geçtiği halde, henüz Esed yönetimiyle ipleri koparmamıştı. Batılı müttefiklerin Libya’da olduğu gibi Suriye’ye askeri bir müdahale yapmaması için girişimlerde bulunuyordu. Başbakan Erdoğan’ın Batılı müttefiklere, “Bana 15 gün verin, Suriye sorununu barışçı yöntemlerle çözerim” ifadesi Arap basınında en çok tartışılan ve konuşulan bir açıklama olmuştu. Türkiye hayranı Araplar, Erdoğan’ın kendilerini hayal kırıklığına uğrattığını köşelerinde yazıyordu. Türkiye’nin Batılı müdahaleye karşı gelmesini pragmatik bir tutum ve Esed yanlısı bir siyaset olarak yorumluyorlardı. Türkiye özentisiyle başlayan devrimci girişim, Başbakan sayın Erdoğan’ın bu tutumu ile yerini karamsarlığa bırakıyordu.
Başbakan Erdoğan’ın Batılı müttefiklerden 15 gün istemesi, Dar’a kentindeki muhalif gösterilere ve cenaze törenlerine de yansımıştı. Çok iyi hatırlıyorum. Göstericilerin birçoğunun elinde Türkiye başbakanının bu isteğini kınayan pankartlar vardı. Türkiye’den kimsenin inanamayacağı bu durum bir gerçekti. Çünkü rejim muhalifi göstericiler; bir an evvel Libya’da olduğu gibi Batılı müttefiklerin uçaklarıyla ordularıyla gelip Esed ordusunu dağıtmalarını ve Suriye halkını Baas rejiminden kurtarmasını istiyordu. Bu pankartların birinde aynen şunlar yazılmıştı: “Sayın Erdoğan: Günde 100 kişi öldürülürse 15 günde 1500 kişi eder”
Suriye yavaş yavaş iç savaşa sürüklenirken, bir taraftan meydanlarda olup biteni, bir taraftan küresel camiada konuşulan projeleri, bir taraftan sosyal medyada dolaşıma konulan dijital fitneyi diğer yandan Dar’a kentini de kapsamına alan Havran bölgesi halkıyla, konuyu konuşarak izliyordum. Dar’a meydanlarının gösterime koyduğu söyleme ve küresel camianın o günlerdeki kışkırtıcı projelerine yukarıda değindim.
Konunun sosyal medyadaki yansımaları ise oldukça keskin ve katıydı. O günlerde Suriye muhalefeti ve Suriye rejimi adına sosyal medyada dolaşıma sokulan ilginç söylemler vardı. Birçok dijital grup oluşturulmuştu. Bu grupların bir kısmı tarihsel metinleri dolaşıma sokarak Sünni ve Şii karşıtlığını körüklüyordu. Bir kısmı öldürme sanatlarını korkunç cinayetlerle anlatıyordu. Acımasızlık duygusunu canlandırıyordu. İnsanları kurşuna dizmeyi bir kahramanlık ve yiğitlik göstergesi olarak görselleştiren yapay sahneler dolaştırılıyordu.
Amerikan gangster filmlerindeki sahneleri aratmayan bombalı saldırılar, kurşuna dizmeler, fedakarlık örnekleri sanki Suriye’de yeniden sahnelenecekmiş gibi bir hava estiriyordu. Şiddeti sembolize eden fragmanlar, Afganistan, Çeçenistan, Pakistan, Irak ve İran’dan seçilen saldırı ve şiddet görüntüleriyle sahneleniyordu. Ellerine kalaşnikof verilen terörist militanların eğitim sahnelerinin birisinde, militanların eşekleri kurşuna dizmesi sahnelenmişti. Acımasızlık, gözü karalık ve katliam yapma duygusunun benimsetilmesi ve içselleştirilmesi zavallı eşeklerin denek olarak seçilmesiyle uygulamaya konuyordu.
İran devrim muhafızlarının Sünni muhalefeti bastırmak ve devrimi engellemek üzere Suriye’ye yerleştiğini anlatan birçok sözüm ona Sünni dijital grup sosyal medyada oluşturulmuştu. Gösterilerin Selefi-Vahabi çizgideki Suudi organizatörler tarafından yapay bir şekilde inşa edildiğini savunan birçok Şii ve İran yanlısı dijital sosyal medya grubu devreye girmişti. Rejim yandaşı dijital gruplar Selefi-Vahabi grupların sanal katliamlarını, Türklerin Osmanlı zihniyetiyle Alevileri ve Şiileri öldüreceklerini ve ezeceklerini anlatıyordu. Şiilerden nefret etmeyi amaç edinen çok sayıda sosyal medya grubu vardı ve bu amaçla hazırlanmış slaytlara ve haberlere yüzlerce yorum yapılıyordu. İnsanlar sanki yeniden bir Sıffin savaşına hazırlanıyormuş gibi bir izlenim oluşturuluyordu.
Bu arada şunu da belirteyim ki, sınırın her iki tarafında konuşulanlara bakılırsa ilginç bir Türk ve Türkiye imajı oluşmuştu. Mavi Marmara katliamına gösterdiği yiğitlikten dolayı ve Davos konferansında Sayın Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e gösterdiği tepki, O’nu kahramanlaştırmıştı. Erdoğan, Davutoğlu ve Abdullah Gül, Araplar için İslam dünyasının yeni önderleri ve liderleri konumuna yükselmişti. Türkiye’nin demokrasisi, ekonomik gücü, özgürlükçü siyaseti ve Siyonizm karşıtı politikası Batıcı fanatik Arap milliyetçileri hariç, diğer bütün Arap halkları tarafından alkışlanıyordu.
Türkiye bir yönüyle inşa ettiği bu siyasi imajla bilinirken, diğer yandan televizyon dizileri, iş adamları, sanatçıları ve film kahramanlarıyla da bölgeye girmişti. Polat Alemdar imajı Arap gençleri için yeni bir kahraman olarak dolaşıma girmişti. Kurtlar vadisi dizisi ve filmi her tarafta izleniyordu.
Bu yeni imajlar ve tarihten kalma hatıralar bölgede bana ayrı bir fırsat sunuyordu. İnsanlar, benimle kahve içmeyi çok arzu ediyordu. Dar’a kentinde, İrbit’de ve Ramsa’da parkta, camide, dükkanda veya bir taşıtta kendisiyle tanıştığım herkes beni evine davet ediyordu. Erdoğan Türkiye’sinin kendilerine yeni bir umut olduğunu hayranlıkla anlatıyorlardı. Yani Türkiye’nin siyasi duruşu, iş adamlarımızın üretim ve ticaret konusundaki başarılı faaliyetleri ve Polat Alemdar’ın kahramanlık öyküleri Araplar’ı Türkiye’ye hayran bırakmıştı.
Bu Türk hayranlığını; atalarından kalma bir kaç Osmanlıca vesikayla bana anlatmaya çalışıyorlardı. Dedelerinin Osmanlı Devleti’nden kalma tapu senetlerini bir gurur abidesi gibi bana gösteriyorlardı. Osmanlı-Türk aidetiyle yeni bir kimlik arayışına giren bu kardeşlerimiz, ülkelerindeki siyasal düzenlerin ve siyasi sınırların kendileri için hiçbir şey ifade etmediğini belirtiyorlardı. Filistinli Yasir Boşnak, Batı Amman’ın lüks semtindeki evinde, Şam yerlisi Arap eşinin yanında bana sarılarak dakikalarca ağlamıştı. “Ben bir Türk askerinin bu topraklardaki yetimiyim. Ne olursunuz bizi anlayın” demişti.
Nereden bakarsanız bakınız, Havran Livası’nın halkında, sınırın her iki tarafında yaşayanlar dahil, tahayyül edilemeyecek bir Türk hayranlığı vardı. Hem tarihi döküman, hem modern Türkiye’nin son on yıllık imajı hem de Türk filmleri bu insanlara aynı şeyi anlatıyordu. Türkiye’deki akrabalarını seksen yıl sonra bulanlar bile vardı.
İşte bu ortamda Arap baharının bombalarla şiddete dönüşen yüzü, Suriye’ye yansımıştı. Ürdün’de yer yer küçük çaplı gösteriler yapılıyordu. Suriye baharının nasıl bir sürece dönüşeceği neredeyse bir muammaya dönüşüyordu. Bu şartlarda Suriye ile ilgili merakım gittikçe arttı.
Sosyal hareketlerin sonuçlarını ve yönlerini önceden tahmin etmek, mevcut muharrik değişkenlere göre mümkün olsa da konu Suriye olunca durum biraz daha karmaşıklaşıyordu. O günlerde Tunus’daki devrimin domino etkisi yaparak bütün Arap ülkelerine yayılacağını, kamuoyunda bilinen bütün sosyal bilimciler, stratejistler ve fütüristler anlatıyordu, Arap baharının devrimci bir halk hareketi olarak bütün Arap ülkelerinde varlık göstereceğini köşelerinde yazıyorlardı.
Libya ve Suriye olaylarını o günlerde birlikte düşünmeye başladım. Daha önce ABD işgalinden sonra iki defa Bağdat’a gitmiştim. Irak’ın nasıl terörize edildiğine dair gözlemler yapmıştım. ABD’nin bölge halklarının geleceği konusundaki post-modern çatıştırma ve istikrarsızlaştırma politikaları hakkında makaleler yazmıştım. Gizli örgütlerin ve kurumsallaşmış olan terör gruplarının halkın iradesini çalabileceklerine dair şüphelerim artmaya başlamıştı.
Duygusallıklarını aşırı mantıkçı ve akılcı davranışlarla kapatan Arapların bu yeni stratejiden nasıl etkileneceği benim için merak konusu olmuştu. Üretim, çalışma, yönetme ve yönetilme kültürünün yeterince gelişmediği bir toplumda halk devrimleri süreçlerinin Batı’daki devrimlere benzemeyeceğini düşünmeye başlamıştım.
Patrimonyal kültürün canlı olduğu ama buna karşın, patrimonyal araçların, güçlerin ve ağların etkisiz kaldığı bir sosyal ortamda, patrimonyal duyguların neye dönüşeceği belirsizdir. Bu belirsizliği profesyonel istihbarat örgütleri, terör grupları ve küresel emperyal güçler ustaca yönetebilir. Arap toplumları tamda böyle istikrarsız bir kültürel değişme içindedirler. Kabile kültürü var, ama kabileyi yönetecek ağalar dağılmış bulunmaktadır. Çalışarak alın teri dökerek bir varlığa veya makama sahip olma yok denecek kadar az, ama buna karşılık, ticaretten ve petrol gelirlerinden elde edilen yüksek gelirler ve makamlar çok.
Suriye’de çatışma ve iç savaş aktörlüğüne sosyal medyadaki dijital kimliklerle katılanların söylemlerini daha dikkatli okumaya başladım. Suriye hakkında yazı yazanları dikkatle izlemeye koyuldum. Çünkü Suriye’nin ve Arap baharının nasıl bir akibete dönüştürülebileceğini Suriye’de faaliyet gösteren aktörler üzerinden izlemek mümkündü. Bu izlenimlerimi o günlerde yazmıştım. Üzerinde üç yılın geçtiği Suriye iç savaşının bir muamma olarak kalacağını tahmin etmiştim. O günlerde yaptığım tahminler şunlardı:
1-Suriye’de devrimin gerçekleşmesi ve Mısır’daki gibi tamamlanması, Ürdün ve Suudi Arabistan’da da devrim sürecinin devreye girmesi demekti. Zaten o günlerde Ürdün’de kendileriyle konuştuğum devrimci üniversite öğrencileri, Suriye’den sonra Ürdün’ün dayanamayacağını ve Ürdün’de kısa sürede halk devriminin gerçekleşeceğini söylüyorlardı. Suudi Arabistan’ın kendi güvenliği için Ürdün’e mali fonlar akıttığını gazeteler yazıyordu. Tarihi ilişkilere bakıldığında Ürdün krallarının Suudi ailesiyle düşmanlığı var. Hatırlanacağı gibi Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan’a ve Kuveyt’e saldırdığı zaman, Ürdün krallığı Saddam’ı destekledi.,
Bu düşmanlığa rağmen Suudi Arabistan Arap baharı tehlikesine karşı, Ürdün’e yardım etmeye başlamıştı. Suud’un ve Ürdün’ün bu beklenmedik ittifakı, onların Suriye’de bir halk devrimini istemedikleri anlamına geliyordu. Türkiye’de ve küresel camiada herkes Suudların rejim muhaliflerini desteklediğini söylüyorsada, bu destek sanıldığı gibi devrim için değildi. Suriye’de Suud’lara bağlı Selefi-Vahhabi şiddet grupları oluşturmak içindi. Ve sonuç da böyle oldu. Suud desteğiyle örgütlenen radikal gruplar, Özgür Suriye Ordusu’nun gücünü zaman içinde kırdı. Birleşik bir halk hareketinin gerçekleşmesini engelledi. Bu durum, Arap baharının Ürdün ve Suudi Arabistan’a sıçramasını engellediği gibi, Suud ülkesindeki İslami muhalefetin gücünü Suriye’de tüketmesiyle de sonuçlandı.
2-ABD’nin başını çektiği küresel ittifak açısından konuya yaklaşıldığında, Arap baharının bütün ülkelerde bağımsız ve özgürlükçü bir halk devrimiyle sonuçlanması istenmeyen bir durumdur. Halk devrimine rızalık göstermek 1917′deki, Sovyet devriminde olduğu gibi, yeni ve etkili bir düşmanın Batıya karşı varoluşunu gerçekleştirmesi anlamına gelir.
Dolayısyla sokağa dökülmüş İslam gücünü ve Arapları, ustaca bir iç savaşa yönlendirmek küresel aktörler için en iyi seçenektir. Kabul etmek gerekir ki, Arapların yukarıda kısmen değindiğim bilinç altına itilmiş olan duygusallığı, dağılmış etkileşim ağlarına rağmen var olan patrimonyal kültürü ve çalışmadan emek sarf etmeden edinilen zenginlikleri ve statüleri, onları baştan çıkartmak için, yeterli bir sosyal psikolojik zemin oluşturmaktadır.
Suriye’de devreye konacak bir iç çatışmanın mezhep söylemiyle organize edilmesi, uzun vadede savaşı bölgeye yaymak için de önemli bir fırsattır. Hatta Batılı medya Suriye’deki iç savaşı ısrarla mezhep çatışması, yani Şii-Sünni çatışması dikotamisi üzerinden söylemlemleştirmektedir. Buna karşılık Suriye’de çatışan taraflar, kendilerini ısrarla Sünni ve Şii kuvvetler olarak tanımlamıyorlar. Esed yönetimi sünnilerin de kendisini desteklediğini ve kendi ordusunda muhaliflere karşı savaştığını söylerken, Özgür Suriye Ordusu da Şiilerin kendisiyle birlikte Esed rejimine karşı savaştığını belirtmektedir.
Ama kabul etmek gerekir ki, Suriye iç savaşını mezhep çatışması üzerinden okuyan çevreler, Türkiye ile İran’ı önce Suriye’de çatıştırmayı, ardındanda Irak ve Lübnan’ı da kapsayacak daha geniş bir bölgesel savaşın gerçekleşmesini amaçlamaktadır. Böyle bir savaş, hem Türkiye, hem İran hem de bütün İslam coğrafyası için büyük bir felaket olur. Türkiye’nin zamanla değişen Suriye politikası, gözlemlendiği gibi Türkiye ile İran’ı hem Irak’ta hem de Suriye’de karşı karşıya getirdi. Türkiye’nin İran için Batı ittifakına karşı gösterdiği direncin kısa zamanda unutulmasına neden oldu.
3-İran açısından Suriye olayları okunduğunda durum tamda ABD politikalarına hizmet edecek şekilde ortaya çıkmaktadır. İran bir din devleti olmaktan ziyade bir mezhep devleti olma görüntüsünü daha çok vermeye başladı.Bu politikalarını hem Irak’ta hem de Suriye’de açıkça devreye koydu. İran’ın Suriye ve Irak’taki mezhepçi politikaları, ABD’nin stratejisine uygun düşmektedir. Buna karşın Türkiye’yi zorlamaktadır. Kendisine karşı bir düşmana dönüştürmeyi amaçlamaktadır. İran yönetiminin müslümanların mezhep esaslı bir iç savaşa girmesini kışkırtıcı politikalarla sürdürmesi, Onu körfezde Suudlarla karşı karşıya getirirken kuzeyde de Türkiye ile karşı karşıya getirmektedir.
İran’ın Şiilik politikası Suriye iç savaşının şiddetini arttırıyor, bir halk devriminin gerçekleşmesini engelliyor ve aynı zamanda bütün İslam dünyasını bir mezhep çatışması riski ile karşı karşıya bırakıyor.
Bugün Suriye iç savaşı üzerinden üç yıl geçmek üzere. 120 bini aşkın insan öldürüldü. Üç milyonu aşkın Suriye vatandaşı ülke dışına mülteci olarak kaçtı. Suriye’nin bütün kentleri bizzat Suriye hava kuvvetleri tarafından durmadan bombalanıyor. Ülkeye daha önce sığınmış olan Filistinli mülteciler açlık tehlikesiyle karşı karşıyalar. Ve her gün birçok insan açlıktan ölmektedir. Suriye iç savaşının bölgesel bir mezhep çatışmasına dönüşme potansiyeli hala mevcuttur. Arap baharı ise yerini tamamen kaosa bırakmış bulunmaktadır. Ama Ürdün, Suudi Arabistan ve birkaç Körfez ülkesi henüz bu kaostan etkilenmemiş görünüyor.
O tarihlerde daha sonra Ürdün’den Şam’a oradan da Beyrut’a geçmiştim. Yol boyu askeri konvoylar vardı ve denetimler devam ediyordu. Taksimizin sürücüsü BBC arapça radyosunu dinliyordu. İç savaş korkusundan dolayı beş kişinin birlikte seyahat ettiği takside kimse kimseyle konuşmuyordu. Sadece BBC konuşuyordu. Hepimiz onu dinliyorduk. BBC, Dar’a kentinde ve Suriye’nin diğer kentlerindeki gösterileri heyecanla anlatıyordu.
Sonra bunlardan kaç kişinin öldürüldüğünü tek tek sayıyordu. Suriye haberleri bitince bu sefer, Sina’daki çatışmaları, peşinde Libya, Yemen ve diğer Arap ülkelerindeki şiddet eylemlerini, ölümleri ve bombalamaları bir muzaffer edasıyla anlatıyordu. Şiddet içerikli haberlerden sonra, ilginç bir kültür sanat haberini her yarım saatte bir tekrarlıyordu. Haberde Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nde çalışan bilim adamlarının, mevcut Arapça alfabenin yerine, bütün Arap ülkelerinde kullanılabilecek bir Latince alfabenin Arapçaya uyarlandığını, anlatıyordu.
Bu haberden Arap baharının neye dönüştürülmek istendiğini de anlamıştım. Uzun süre bütün Arap dünyasını sarsacak bir iç savaş. Bu savaşa duydukları nefretten dolayı kültürlerinden ve dinlerinden utanç duyacak kitlelerin oluşturulması ve Arapların bilinçlerini ve kültürel hafızalarını tamamen unutması. Bu yolculukta 2011 yılının Ağustos ayında bunları düşünmüştüm. Bu düşüncelerin üzerinden üç yıl geçti. Sanki korkularım gerçeğe dönüşüyor.