Bazı fıkralar, kıssalar, hikâyeler güncelliğini hiç kaybetmez. Nereden bakarsanız bakınız, onlarda ders alınacak bir şeyler bulursunuz. Şu Bermekî öykücüğünü bugünlerde, her nedense, sık sık hatırlıyor ve çevremdeki insanlara anlatıyorum:
Harun Reşit, Abbasi’lerin beşinci ve en tanınmış halifesidir. Asaleti, sadakati, nezaketi ile dikkat çeken Bermekî kabilesinden çok kişiye sarayda görev verir. Halife Harun Reşit, bir gün çok değer verdiği veziri Yahya el-Bermekî ile sarayının bahçesinde gezintiye çıkar, bir taraftan da devlet işlerini konuşurlar. Bir elma, Halifenin dikkatini çeker, onu koparıp yemek ister. Yüksekteki elmayı almak mümkün değildir. Vezire, “Ben diz çökeyim de sen omuzuma bas, onu dalından koparıver.” der. Kendisi de bir Bermekî olan sarayın bahçıvanı bunları uzaktan izlemektedir ve gördüğü ilişki biçiminden rahatsız olur, işi gücü derhal bırakarak kadı’nın huzuruna çıkar, kendi isteği ile Bermeki aşiretinden çıkmak istediğini, bunun için de mahkemeden tasdikli bir belgeye ihtiyaç duyduğunu söyler. Herkesin Bermekîlere gıptayla baktığı bir ortamda bu isteği, hem kadı hem çevresindekiler tuhaf bulurlar. Israrlı isteğe dayanamayan kadı, “Benden günah gitti.” deyip mahkeme i’lamını verir. Aradan yıllar geçer, Bermekîlerin entrikalarından, şımarıklığından halk ve saray görevlileri fazlaca rahatsız olur. Bu durum Halife’yi de sıkıntıya sokar. Cezalandırılmak üzere bütün Bermekîler toplatılır. Saraydan kovulma ve cezalandırılma sırası kendisine gelen bahçıvan Bermekî’nin beklediği an gelmiştir, elindeki i’lamı gösterir. Bakarlar ki adam yıllar önce Bermekîlikten mahkeme kararı ile istifa etmiş! Bu halde, kovulmasına ve cezalandırılmasını gerek yoktur! Soranlara, “Ben bunun böyle sonuçlanacağını vezirin, padişahın omuzlarına bastığı gün anlamıştım.” der.
Bundan bir süre önce de bir yazımda “Beni bu mahalleden taşınmak zorunda bırakmayın.”, yine bir başka yazım üzerine telefon eden üst düzey müdür beye “Yaptığınız hataları biz savunmak zorunda kalıyoruz, buna hakkınız yok.” demiştim. “
Bugünlerde adamın biri çıkıyor, “Falan kişiye oy vererek rûz-ı mahşer için berat belgenizi almış olacaksınız.” diyebiliyor. Başka bir partinin de büyükşehir başkan adayı yeşil alan yapmayı vaat ettiği yerlerin istimlak bedelinin, belediyenin beş yıllık bütçesine denk geldiğinin hesabını dahi yapamadan taahhütlerde bulunabiliyor.
Bu insanlar bu milleti ne zannediyorlar? Aklımızla dalga mı geçiyorlar? Sabrımızı mı ölçüyorlar, sinirlerimizi mi test ediyorlar? Bu adamlar bize ne lazımlar ne layıklar!
Genelde her insan, özellikle siyasetle uğraşan insanlar, “eline, beline, diline” sahip olmalıdır. Ağızdan çıkan her sözün, yaydan çıkan ok gibi olduğunu bilmelidirler. Yapamayacakları şeyleri söylememeliler, söylediklerini mutlaka yapmalıdırlar.
Hayvan yularından, insan sözünden tutulur. İnsana verilen söz, Allah’a verilen söz gibidir, bir ahittir.
Dünya işlerinin yürütülmesinin yolu olan siyasette dini değerlerin kullanılması, ölçü alınması, milli duyguların harekete geçirilmesi, tarihe mal olmuş şahsiyetlerin gölgesine sığınılması; hem bunu yapanları itibarsızlaştırmakta hem de sözü edilen inanç ve kişilere zarar vermekte hem de siyasetin seviyesini düşürmektedir. Din, tarih, beka, zekâ, Atatürk, istiklal, istikbal bezirgânlığı yapanlara pirim vermemek de bu milletin taşıdığı sorumluluktur. Siyasetin konusu, millete hizmet etmek ise hizmet konuşulmalıdır. Bunun tersi durum, araç kullanma dersi alan birine ağaç budamada dikkat edilmesi gereken kuralları öğretmek kadar saçmalıktır.
Vesayet altında tutmak, yapılan iyiliklerin diyetini istemek ve hizmetleri gözüne sokarcasına sık sık hatırlatmak hem erdemli bir insana hem de asil bir siyasetçiye yakışmaz. Vaktinde o hizmetleri yapacağı vaadiyle gelen kişi sadece sözünü tutmuş görevini yapmış, karşılığını da bu milletten almıştır. Bunun ötesi tamahkârlıktır, kendini itibarsızlaştırmaktır. Siyasetçi, yan yollara sapmadan, yapacağı hizmetleri anlatmalı, kararı millete bırakmalı, sonuca razı olmalıdır.
“Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık” deyimi, bir çaresizliği, daralmışlığı, çözümsüzlüğü, bunalımı anlatır. Zaman zaman bu duruma düşüyoruz. Belki “eldeki bir, gelecek ikiden iyidir” yanlışlığı yapıyoruz. Demokrasinin simgesinin sandık olduğunu bildiğimiz halde, sandığın her şey olmadığını ve algıların sandıktan daha etkili olduğunu görmezden geliyoruz. Orantısız imkânlara, adaletsiz sisteme rağmen sonuca razı oluyor, “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek duygularımızı bastırıyor, düşüncelerimizi öteliyoruz. Bizi temsile layık görmediğimiz halde, kişiyi şu veya bu nedenle, ehven-i şer diyerek seçiyor, başımıza getiriyoruz; mahallemizi, beldemizi, şehrimizi, memleketimizi ona emanet ediyoruz. Çok kere de güvendiğimiz dağlara kar yağıyor. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Bütün bunlar, adına demokrasi denen ancak herkesin doyasıya istismar ettiği, kan emici vahşi güzelin yaşaması için yapılıyor.
“Çare ne?” diyenlere, yolda rastladığı bir kişinin kolunu tutup “Hey hemşerim sen beni tanıyor musun?” sorusuna karşılık “Yok tanımıyorum.” cevabını alınca “Sen beni tanımıyorsan ben seni hiç tanımıyorum.” diyen Temel’i ve insanlardan uzak yaşamayı tercih ettiği için “Ya Ebuzer, yalnız yaşamak senin için zor olmuyor mu?” diyenlere “İnsanlarla yaşamak daha zor.” diye cevap veren Ebuzer’i hatırlatmak isterim.
Bermekîlerin yerleşip şımarmalarını zemin oluşturan her sistem tıkanmaya mahkûmdur. Bu sistemde, yoldaşların yol arkadaşlığı uzun ömürlü ve bereketli olmaz. Bahçıvan Bermekî’nin ferasetine ne dersiniz?