Söz Sırası Bana Gelince

88

Sosyal medya mecralarından biri vasıtasıyla aldığım davet
üzerine bir Zoom toplantısına katıldım. Konuşmacı, Dr. Mücahit Gültekin’di.
Konu “Toplumsal Cinsiyet ve Ötesi”. Konuşmacıyı yazılarından ve programlarından
tanıyorum. Orta yaşlarda, gayretli, samimi bir akademisyen, konusuna hâkim.

Verdiği örnekler ve istatistiklerle konusunu ilginç ve
dinlenir hale getirmeyi bildi. Yüz civarında katılımcı vardı. Hemen hepsi için,
hayırda yarışanlar diyebiliriz.

Feminizmin çıkışını, nasıl evirildiğini, günümüzde cinsiyetçilik
adına hangi düşünceye gelindiğini, ne tür uygulamalar yapıldığını anlattı önce.
İstanbul Sözleşmesi’ndeki tuzakları, biyolojik cinsiyetle toplumsal cinsiyet
arasındaki farkı vurguladı. Cinsiyet zemininde kavga veren feministler arasında
da derin görüş farklılıklarının bulunduğunu, birbirlerine tahammülsüzlüklerinin
saklanamaz boyutta olduğunu, kendini “Genç Feministler” diye tanıtan bir
güruhun çelişkilerini ve sapkınlıklarını öğrendik.

Programa Trabzon’dan katılan Edip Bey, söz aldı, bir değerlendirme
yaptı ve “Ne yapabiliriz?” diye sordu. Mücahit Bey, soruya akademik üslupla
cevap verdi ve bir yerde “kaos” kelimesini kullandı.

Söz, talebim üzerine bana verilince “kaos” sözcüğünü
önemsediğimi, bence bunun bu geceki konuşmanın anahtar sözcüğü olduğunu,
pratiğe dönük bir değerlendirme yapmak, katkı sunmak istediğimi söyledim:

“Dünya zemininde yaşayan insanları aktifler ve pasifler diye
ikiye ayırabiliriz. Maalesef kötüler daha aktif durumda, iyileri pasif
bırakabilmek için sürekli bir kaos oluşturuyorlar. İyilerin güçlenmesini,
egemenliğini önlüyorlar. Bu azgın azınlık, uygun gördüğü yer ve zamana göre
birtakım enstrümanlar kullanıyor. Demokrasi, ırkçılık, mezhepçilik,
cinsiyetçilik birer kaos aracı olarak kullanılıyor.

Demokrasi getirmek için asker gönderip silah yardımı
yaptıkları, eğitim ve ekonomi projeleri ürettikleri hiçbir yerde huzur
sağlayamadılar. O ülkelerin insanlarını yeterince fakirleştirip başlarına da
kendilerine bağlı yöneticiler bırakarak orayı terk ettiler. Her birey ve toplum
kendi milliyetini sever ve savunur. Bunu iyi bilen kaos mühendisleri,
insanların bu özelliklerini de gerektiği zaman iyi kullandılar. Cihan devleti
Osmanlı’nın yıkılışında bu projenin zalimce uygulandığını görüyoruz. Emek,
değerlidir ve kutsaldır. Her insan emeğinin karşılığını almayı, değerinin
bilinmesini ister. İnsanların bu özelliğini bilen bataklık sineği tabiatlı
kaosçular, emek-sermaye çatışması oluşturdular, komünizm ideolojisi adına
halkları ayaklandırdılar, insanları birbirlerine düşürdüler, nihayetinde bu
toplumları yıllarca sömürdüler. Mezhepler, bir çatışma aracı değil, dini
ritüelleri ve birtakım fıkıh kurallarını uygulamada kolaylaştırıcı öneriler
sistemi olduğu halde, kötülerin elinde her zaman toplumları çatıştırma,
ayrıştırma aracı olarak kullanılagelmiştir. Akıtılan kanlar, hiçbir zaman
mazlumların sıkıntılarına ilaç olmamış, zalimlerin elinde bir kılıç olmuştur.
Toplumların bu konudaki cehaleti ve asabiyeti de bu fitnecilerin işini
kolaylaştırmıştır.

Kadın-erkek eşitliği tartışması ya da çatışması,
insanoğlunun var olduğu ilk günden beri gündemden hiç düşmemiştir. Özellikle
son yüzyılda icat edilen feminizm ve sonrasındaki türevleri, kaos plancılarının
bir başka projesidir. Bir kaos aracıdır, kargaşa orkestrasının bu senfonideki
enstrümanıdır. Önce karşıt cinsler, eşitlik uğruna kavga etsin, sonra
cinsiyetlerin tanımı ve işlevi üzerine zihinler bulandırılsın, bu kargaşa
ortamında karıştırıcılar gemilerini yürütsün. Yapılan bu. Bunlar bir de
“Kendilerine fesat çıkarmayın dendiğinde ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.
İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler, kendileridir; lakin anlamazlar.”
(Bakara 11/12)

Akordu bozuk enstrüman misali, yakalanmaktan kaçındığımız
korona virüsünün de, Kovid 19 Senfonisini seslendirerek bir kaos ortamı
oluşturduğunu fark ve müşahede etmeliyiz. Kaos çıkararak insanları çaresiz
bırakma amacıyla bir laboratuvarda üretildiği iddiası hiçbir zaman
reddedilmeyen korona virüsüne yakalanmamak için insanlar sokağa çıkamaz,
birbirine gidemez oldu. Toplumsal birlikteliğin gücü kırıldı, bireysel
çaresizlik yaşanır oldu. İstenen de zaten buydu.

Edilgenlikten kurtulmalıyız, inadına “bir ve beraber olmak”
zorundayız, bunu her yerde haykırmalıyız. Birbirimizi kucaklamalıyız, varlık ve
yokluğumuzu paylaşmalıyız. Şer üzerine düzen kurucuların planlarını çözmeli,
oyunlarını boşa çıkarmalıyız. Hayırda yarışanlar olarak, hayır üzerine
sistemler geliştirmeli, projeleri hayata geçirmeliyiz. Hakk’ın batılı
yeneceğine, güneşin karanlıkları kovacağına inanmalıyız.

“El ile gelen, düğün bayram.” denir. Birlikte olduktan sonra
kederler azalır, sevinçler artar. Dünya egemenlerinin kaos planları da havada
kalır. Birlikteliğimizin yapı taşı olan aileyi çok önemsemeliyiz. Aile
yapımızın derin yara aldığını, aileyi yıkmaya yönelik fitne projelerinin
başarıya ulaştığını itiraf etmek zorundayım. Boşanmalardaki artışlar, geç
evlenmeler ya da nikahsız birlikteliklerin yaygınlaşması hatta bunun meşru
kabul edilir hale gelmesi birer tehlike çanıdır. Kariyer yapmak sevdası ile,
kişilerin, evliliği, evlilerin ise çocuk yapmayı geciktirmeleri, hem bizim
yakalandığımız bir hastalık hem de kaosçuların başarısıdır. “Demir, tavında
dövülür.” der atalarımız.”

Bu konuda söylenecek çok şey, şüphesiz vardı. Ancak tadında
bırakmayı da bilmek gerekirdi. Uzatılan şeyin tadı kaçar.

“Kötülerin kazanması için iyilerin sessiz kalması
yeterlidir.” der Edmund Burke. Aktif iyi olmak zorundayız. Dünya hayatımızı
Cehennem’e çeviren kaosçuların akordu bozuk enstrümanlarını reddetmeli,
yüzlerine fırlatmalıyız. İşimiz, yeryüzü Cennet’ini inşa etmek olmalı. Onların
bataklığında sinek bitmez, gül bahçesine de o sinekler girmeye cesaret edemez.

“Gül devri ayş eyyamıdır zevk ü safa hengamıdır / Aşıkların
bayramıdır bu mevsim-i ferhundedem (Gül devri yiyip içme günleridir, zevk ve
safa zamanıdır /  Bu nefesi uğurlu mevsim
aşıkların bayramıdır.) der Nef’i Bahar Kasidesi’nde.

Çiçeğimiz gül, mevsimimiz bahar ola…