
Fransız ve İtalyan polisleri 27 Aralık 1922’de Galata Köprüsü’nden otomobiliyle geçen Halife Abdülmecid Efendi’ye trafik cezası kestiler. Makbuz Dolmabahçe Sarayı’nda bulunuyordu.
Özet
Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe sarayında “Hususi Daire” denen Reisicumhura -Atatürk’e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi’ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul isimli eserinde şu hatırasını anlatmaktadır: Saray’ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü’den geçerken Halife Abdülmecide ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk’ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştır)[1]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara TBM Meclisi tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922’de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu. 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca siyasi bir kurum olan halifelik kaldırıldı.
Anahtar Kelimeler: Nutuk, Halife Abdülmecid Efendi, İstanbul, İşgal güçleri, Trafik cezası
Giriş:
Emevilerde bir zulüm aracı olarak kullanılan saltanat halifelik maskesine büründürülmüştü. Abbasilerde sürekli olarak Türk yahut başka sultanlıklarının himayesinde hayatını devam ettiren yarı siyasî bir kurumdu. Yavuz Sultan Selim Hanla birlikte Ed devlet-ül Türkiye himayesindeki Abbasi halifesinden Osmanlı Türk Hanedanına aktarılmış siyasî hüviyetini öne çıkaran bir makama dönüştü. II. Abdülhamid Han bu unvanı İslam dünyasının gücünü Osmanlı Devletinde toplamak için kullanmıştı. Fakat bu unvan İslam dünyasının çoğu ülkesinde itibar görmüyordu. I. Dünya savaşında da hiçbir dini ve siyasal faydası olmadığı da anlaşılmıştı. Bununla beraber ısrarla Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 yılında kurulmasına rağmen Halifeliği önemseyen hatta onu dini bir gereklilik sananlar vardı. Henüz Şanlı Türk ordusunun İstanbul’a girmesinden ve işgalcilerin terk etmesinden önce yaşanan trajik manzara son halifeye kesilen trafik cezası idi.
Atatürk’ün Büyük Nutuk’u Türk Milletini düşünmeye çağırmaktadır:
17 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli resmi bir telgrafın ilk cümlesi şu idi: “Vahdettin Efendi bu gece saraydan kaybolmuştur.” Bu telgrafnamenin daha bir iki cümlesini 18 Teşrinisani [Kasım] 1922 gününe ait Meclis zabıt ceridesinde okumuşsunuzdur. Fakat telgrafnamenin aslında, kayboluşun kimlerin aracılığıyla vuku bulduğu ihtimalinden ve emanetlerin nasıl muhafaza edildiğinden vesaireden bahseden alt tarafı da vardır. Aynı günkü zabıtta okunmuş olan bir mektup suretiyle, ona ekli –ajanslara yayımlanmış- bir beyanname suretini de tekrar okuyalım:
Mektup Sureti
Bir nüshasını eklediğim resmi beyannamede söylendiği gibi, Zatı Şahane kendisini İngiltere’nin himayesi altına koyarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır. İmza: Harington 17 Teşrinisani [Kasım] 1922[2]
Abdülmecit Efendi’nin Büyük Millet Meclisi’nce halife seçilmesi:
Muhterem efendiler, firari halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde makamından indirildi. Yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi. Meclis’çe yeni halife seçilmeden evvel, seçilecek zatın da padişahlık sevda ve davasına kapılarak herhangi bir yabancı devlete iltica etmesi ihtimalini bertaraf etmek lazımdı. Bunun için, İstanbul’da bulunan memurumuz Refet Paşa’ya, Abdülmecit Efendi ile görüşerek ve hatta elinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafet ve saltanat hakkında aldığı kararı tamamen kabul ettiğine dair bir de senet alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.
18 Teşrinisani [Kasım] 1922 günü İstanbul’da Refet Paşa’ya yazdığım bir şifre telgrafname ile de verdiğim talimatta başlıca şu noktaları kaydetmiştim:
“Abdülmecit Efendi , Halifeyi Müslimin i unvanını kullanacaktır. Bu unvana başka sıfat ve kelime ilave edilmeyecektir. İslam âlemine duyurulmak üzere hazırlayacağı bir beyannameyi aracılığınızla evvela şifre olarak bildirecektir. Tasvip olunduktan sonra tekrar şifre ile ve aracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayımlanacaktır. Bu beyannamenin metnini başlıca şu noktalar teşkil edecektir:
a) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisini hilafete seçmesinden açıkça memnuniyet beyan olunacaktır.
b) Vahdettin Efendi’nin hareket tarzı tafsilatlı olarak kınanacaktır.
c) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun onuncu maddesine kadar olan maddelerinin muhteviyatı münasip tarzda ve mühim mana ve özü aynen zikredilmek suretiyle Türkiye devletinin ve Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin hususi mahiyetinin ve idare usulünün Türkiye halkı ve bütün İslam âlemi için en faydalı ve en uygun olduğu zikir ve tespit edilecektir.
d) Türkiye millî halk hükümetinin geçmiş hizmetlerinden ve teşekküre değer mesaisinden takdirkarane bir lisan ile bahsolunacaktır.
e) İşbu beyannamede, yukarıda bildirilmiş noktalardan başka, siyasi sayılabilecek bir nokta ve fikir belirtilmeyecektir”.
19 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli açık bir telgrafla da Abdülmecit Efendi’ye:
“Türkiye devletinin hakimiyetini kayıtsız şartsız milletin kendisinde saklı tutan Teşkilatı Esasiye Kanunu uyarınca icra kudreti ve kanun yapma salahiyeti kendisinde tecelli etmiş ve toplanmış bulunan, milletin yegane ve hakiki temsilcilerinden meydana gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihinde oybirliğiyle kabul ettiği gerekçe ve esaslar dairesinde yüce Meclis’çe 18 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihinde yapılan celsede hilafete seçilmiş olduğunu” tebliğ ettim (Vesika: 265). 19 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli bir şifre telgrafname ile Refet Paşa, yazdığımız telgraflara cevap veriyordu. Abdülmecit Efendi, imzasının üstünde Halifei Müslimin ve Hadimülharemeyn (Mekke ile Medine’nin hizmetkarı-Y.N.) unvanının bulunmasının ve Cuma selamlığında kaftan ve Fatih’e ait şekilde bir sarık takınmasının mümkün ve uygun olacağı görüşünü dile getirmiş, İslam alemine yazacağı beyanname muhteviyatı hakkında belirttiği görüşte, Vahdettin Efendi hakkında bir şey söylemek hususunda affını istemiş ve beyannamenin İstanbul gazetelerinde yayımlanması sırasında Türkçesiyle beraber bir de Arapça suretinin yayımlattırılması düşüncesini ileri sürmüş” (Vesika: 266)[3].
Refet Paşa’ya makine başında 20 Teşrinisani [Kasım] 1922 günü verdiğim cevapta, Halifei Müslimin unvanıyla beraber Hadimül haremeynişşerifeyn (Mekke ve Medine gibi iki kutsal yere hizmet eden. (Y.N.) tabirinin kullanılmasını uygun buldum. Cuma merasiminde Fatih’in kıyafetine girmesini gayri tabii (uygunsuz, normal olmayan) buldum. Redingot veya İstanbulin giyebileceğini, askeri üniformanın bittabi söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayımlanacak beyannamede Vahdettin’in ismi zikrolunmaksızın eski halifenin manevi şahsiyetinden ve zamanında düşülen derekeden bahsedilmesinin lüzumlu olduğu görüşünü belirttim[4].
Abdülmecit Efendi, babasının adı münasebetiyle de olsa “Han” unvanından vazgeçemiyor
Refet Paşa’dan 20 Teşrinisani [Kasım] 1922’de aldığım şifre telgrafnamenin birinci maddesinde Refet Paşa diyordu ki:
“Abdülmecit Efendi’nin 29 Rebiülevveli tarihli yazılannın altında Halifei Resulullah Hadimülharemeynişşerifeyn cümlesinin altında Abdülmecit bin Abdülaziz Han imzası kullanılmıştır.”
Efendiler, yaptığımız ikazı iyi karşıladığını ifade eylemiş olan Abdülmecit Efendi “Halifei Müslimin” (Müslümanların Halifesi -Y.N.) yerine “Halifei Resulullah”(Peygamberin Halifesi-Y.N .) ve babasının ismi münasebetiyle “Han” unvanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım düşüncelerden sonra da Vahdettin hakkındaki beyanattan vazgeçtiğini ve çünkü “başkasının kötü işlerini söz konusu etmek suretiyle bile olsa, bu gibi beyanatın meslek ve karakterine ağır geleceğinin aşikâr olduğunu” bildirmiş. Bu husus, telgrafnamenin ikinci maddesinde yer alıyordu. Telgrafnamenin üçüncü maddesini, benim Meclis Reisi sıfatıyla kendisine halifeliğe seçildiğini tebliğ eden telgrafnameme yazdığı cevap teşkil ediyordu. Bu cevabın başlığı “Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne” diye şahsıma hitap halinde idi. Dördüncü maddede, İslam âlemine tebliğ edeceği beyanname sureti vardı. Bu beyannamenin yazıldığı İstanbul’un “Darulhilafetülaliye” (Yüce hilafet merkezi- Y.N.) olduğu da itina ile kayıtlı bulunuyordu.
21 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihli bir telgrafta, “Halifei Resulullah” yerine evvelce bildirdiğimiz gibi “Halifei Müslimin denilecektir” dedik. Kendisine hilafeti tebliğ eden telgrafnamemize vereceği cevabın şahsıma değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti’ne olmasını ihtar ettik. Yazılarında, siyasi, genel hususları kapsayan kelimeler olduğundan ve bunlardan sakınmak lüzumundan bahsettik.
Efendiler, ehemmiyetsiz teferruat gibi kabul edilmesi pek mümkün olan bu izahatımla işaret etmek istediğim esaslı nokta şudur: Ben, şahsi saltanatın ilgasından sonra, başka unvanla aynı mahiyette bir makamdan ibaret olması lazım gelen hilafetin de ilga edilmiş olduğunu kabul ediyordum. Bunun, münasip zaman ve fırsatta telaffuzunu tabii buluyordum. Halife seçilen Abdülmecit Efendi’nin bu hakikatten büsbütün gafil olduğu iddia olunamaz. Hele, kendisinin halife unvanıyla saltanat icrasının sebep ve şartlarını hazırlayıp temin edebileceklerini hayal edenlerin mevcudiyeti düşünülürse, muhatabımızı ve tabii taraftarlarını saf ve gafil zannetmek asla caiz olamazdı[5] . Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’taki tespitlerinden sonra olayları özetlemeye devam edelim:
Hanedanın ıskat edilen (tahttan düşürülen) son padişahı, İngilizlere sığınarak İstanbul’u terk eden Vahideddin, Osmanoğulları’na ve kendi kimliğine leke sürmüştü. Buna karşılık Abdülmecid’in takınacağı tavır dikkate alınarak halifeliğin daha bir süre gündemde kalması da bir “Gazi Paşa aklı” idi. Çünkü saltanat ne kadar siyasî ise işlevi olmayan halifelik İstanbul için törensel-gelenekseldi. Kritik bir süreçten geçildiğinden de inanç çağrışımıyla İslam âlemine dönük bir jest olabilirdi. Meclis’te seçim yapılması ise “biat” kavramının özüne uygundu. O tarihlere kadar yaşadığı zafiyetlere ve son sultanının da kaçmasına karşın, Gazi Paşa’nın en yakınındakiler bile 600 yıllık Devlet-i Osmaniye’nin yerini yeni bir devletin alacağını tahmin ve tahayyül edemiyorlar, yetişkin şehzadeler kendilerinin ve atalarının o ocağın nimetiyle hayat bulduklarına inanıyorlardı. Bu pek çok aydının ortak bakışıydı. Abdülmecid Efendi de bu yaygın dogmaya güveniyor: Vahideddin sırasını savdığına göre hanedanın ekberi ve erşedi olarak sıra bende, bugün halifelik yarın saltanat kararı verilir diyor olmalıydı. O nedenle de saltanatın kaldırılmasına ses çıkarmayarak Millî Hükümet yanlısıymış görünmeyi önemsemişti[6].
İstanbul’un ellili yaşlardaki ressam ve müzisyen Halifesi Abdülmecid Efendi sahi kimdi? Dolmabahçe Sarayı’nda niçin oturuyordu? Halife Efendi Hazretleri bir peygamber vekili ise görevi neydi? Aile bireyleri alafranga yaşantıya alışmış ve çağdaştı. Aile ortamında Beethoven, Mozart dinleniyordu! Her şey ne iyi ne güzel dense de 300 odalı koca sarayın anıtsal cümle kapısını açık tutmak için Halife Hazretleri, “TBMM’den Meclis bütçesinin iki katı ödenek talep etmekteydi. Gerçi bu beklenti bile “Meclisin üstünde bir konumdayım!” yani sultan olmalıyım, demekti. İstanbul’daki en büyük Avrupaî sarayda oturmak, Arapça “şerefü’l- mekan bi’l-mekin” (Konutun saygınlığı onursallığı oturanındandır) sözü gereği Dolmabahçe’nin saygınlığı Halife Abdülmecid’le özdeş demekti. Zafer kazanıldı, memleket kurtuldu, ele güne karşı saltanata dönelim, ben de 37. padişah olarak tahta cülus edeyim demek hakkı, hesapça yüklü de beklentisiydi[7].
Dolmabahçe arayı’ndaki -geçici yerleşik- ilk ve son modern halife, bu çıkışıyla, Musa’ya da İsa’ya da yani İstanbullulara da Ankara Hükümeti’ne, karavanadan yiyip mektep koğuşunda yatan Ankara’daki zafer kahramanlarına, milletvekillerine de İstanbul’un iğreti işgalcilerine de yaranamadı, haklı görünmek şöyle dursun tepki topladı. İstanbul’daki ziyaretlerinde birkaç arabalık kortejiyle aradığı coşkuyu, alkışı da alamıyordu. Onu görmek için sokağa çıkanlar vardı ama severek sayarak alkışlamak için değil, “bu cuma neler giymiş kuşanmış” merakındakilerdi. Halife Abdülmecid’in favori gösterileri “Cuma alayı”, yani “selamlık resm-i alileri” idi. Bu tören 1 yıl 3 ay 2 haftada 65 kez yinelenmiş olmalı[8].
Yeni halife galiba her cuma için bir tür dinsel bir promenade (gezi) senaryosu hazırlıyordu: Güzergah ve semt, tarz-görüntü-kıyafet, at, araba … belirliyor, her dönemeçte, caddede, özellikle de bir yakından izlenme amaçlıyor, göz göze gelmek; “Devletlü, haşmetlü, şevketlü efendimiz hazretleri! ..” alkış nidaları duymak istiyordu. Özellikle Galata Köprüsü bir seyirlik koridoru konumundaydı. Orada, iki taraflı sıralanan İstanbulluların Halife Hazretleri’ne tezahüratını gösteren fotoğraflar mutlaka olmalıdır. Söz gelişi bir cuma “açık tenezzüh otomobili” ile çıkıyordu. İstanbullular, halifeyi, akıllarına bir artistlik getiremeden ve safça; fesine, papyonuna, kostümüne, platin ışıltılı ak akalına, ak-pembe çehresine, pek özenli görüntüsüne hayran kalarak gözlemliyordu. Bir başka cuma alayında sarık sarıp alnının yukarısına at nalı kadar sorguç iliştiriyor, öbür cuma atlar koşulmuş saltanat arabasıyla, bir ötekinde kürklü börklü, görkemli ve açık otomobille, bir başkasında .. , nur saçan bir çehreyle arz-ı didar ediyordu! Ama her seferinde coşkulu kalabalıklardan yoksun, tenha ve sesizliğe gömülmüş İstanbul yollarını turlayıp hayli yorulmuş saraya dönüyordu. Keşke saraya dönüşlerinde de defterine gözlemlerini yazsa imiş. Bugün elimizde bilmediklerimizi okuyacağımız Son Halifenin Anıları içerikli bir günlük olacaktı! Ortada bir de tezat vardı: Biri, kaldırılmış saltanatın dönüşüne umut bağlayan bir hanedan mensubu, öteki Montesquieu’nün önerdiği demokrasi ve cumhuriyeti bir Doğu ülkesinde yeşertmeyi aklına koymuş Türk subayı. Bu iki adamın yaşamları adece Büyük Cihan Savaşı’nın sonrasındaki 1922-1924 iki yılında kesişti. Biri bu memleket bana atalarımdan kalma derken beriki ulus egemenliği diyordu[9].
Halife Abdülmecid’in türlü çeşitli tavırlarına ise bir anlam veremeyen görmüş geçirmiş İstanbullular da vardı. Kaldı ki halifenin sergilediği tavırlar, günlük sıkıntılara, sorunlara çözüm vadetmiyordu. Yaşlı İstanbul hanımları asırlardan beri öylenen “Sultan yüzüne bakmak sevap” inancını yitirmiş olmalılar ki cadde kenarlarında durup modern giyimli halifeye bakarken: “Bu mu Peygamber halifesi!” diyerek gülümsüyor, “tövbe sümme haşa!” diyor, her cuma başka bir kıyafeti yadırgıyorlardı[10].
Gerçek bu iken Abdülmecid Efendi’nin, İstanbul’un semtlerinde otomobil gezileri de yaparak halkı hanedana bağlı tutma çabası elbette boşunaydı. Ankara’nın hoş karşılamamasına da aldırmayarak sabırları zorlayan bir aymazlıktan, “yetti” dedirtinceye kadar vazgeçmedi; ressam Halife Hazretleri, her cuma, İstanbul’un akşam gazetelerinde o günkü Selamlık Alayı haber ve dedikodularına koşut Ankara’ya gelen eleştiri haberleri de yer alıyor, gazete nedir bilmeyenlerse yalan yanlış uydurma olmuşları, olacakmışları konuşuyordu. Ordu müfettişi atanan Refet Paşa, Tekirdağ’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmadan önce Gazi Paşa’ya bir rapor sundu. Halife Abdülmecid’in, İslam dünyasına Arapça beyanname yayınladığını ve Halife-i Müslimin ve Hadimü’l-Haremeyn sanını kullandığını, imzasını da “Abdülmecid bin Abdülaziz Han” olarak attığını bildirdi. Aslında Refet Paşa, halifeye aşırı saygı gösterileri yaparak eninde onunda onun tahta geçeceği beklentisindeydi. Bunun nedeni kişiseldi: Millî Mücadele’de kıdemi İsmet Paşa’nın üstünde olmasına karşın onun altında konumlandırılması idi. Samsun’a gidişten beri Atatürk’le beraberken İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’ye daha sonra katılmasını kendisine karşı bir haksızlık olarak değerlendiriyordu. Vahideddin’in tahttan indirilmesinde Abdülmecid Efendi’nin halife sanıyla tahta iğreti oturtulmasında da rolü olan, ikili de oynayabilen “aykırı” bir generaldi[11].
TBMM’de de halifelik konusu en çok tartışılan konuydu. Oysa tartışılabilir bir tarafı yoktu: Abdülmecid’in halife sanıyla Türkiye’de ve İslam ülkelerinde yapabileceği bir şey yoktu. 27 Aralık 1922’de Hint Hilafet Konferansı’nda Abdülmecid’in halifeliği onanmıştı ama İşgal Kuvvetleri’nin trafik denetçileri Galata Köprüsü’nden geçen Abdülmecidin otomobilini durdurup ceza kestiler. Bu saygısızlığın mesajı, halifeyi tanımamak, “Sen de kim oluyorsun?” demek, aşağılamak, sömürgelerindeki Müslüman toplumlara da benzer mesajlar vermekti. Bu tutum, emperyal devletlerin, İstanbul’daki temsilcilerinin saltanattan soyutlanmış “unvan halifesi”ne değer vermediklerini kanıtlıyordu. Öbür taraftan, sömürgelerdeki Müslüman İsmaililerin lideri olarak Ağa Han, sözde İngiltere adına, halifeliğin saygın konumda ve yetkili bir makam olarak kalması için Türkiye Cumhuriyeti’ne resmen başvurmuştu[12].
Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe Sarayı’nda “Hususi Daire” denen Reisicumhura -Atatürk’e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi’ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Saray’ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü’den geçerken Halife Abdülmecide ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk’ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştı)[13]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922’de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu.
Gazi Mustafa Kemal Paşa “1 Teşrinisani (Kasım)1922 de saltanatı milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisinde cereyan eden tarihî celsede irat buyurdukları mühim nutuk”ta çok önemli bir tespitte bulunuyordu. Bu “Nutuk” saltanatın kaldırılmasının gerekçesini özetliyorsa da esasında Halifelik kurumunun da tarihî kimliğiyle göstermelik olduğunu vurguluyordu: “Makamı hilâfette dahi Bağdat ve Mısırda olduğu gibi bir kudret veya mülteci (sığınmacı) bir şahsı âciz (çaresiz) değil, istinatgâhı Türkiye Devleti olan bir şahsı âli (saygın) oturacaktır (Vesika 264)[14]”.
Böylece 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca dinî değil tamamen siyasî bir kurum olan halifelik kaldırıldı. Yüzyıllarca güçlü saltanatların gölgesinde İslam dünyasında farklı coğrafyalarda halifeler oluşmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında Meclisi ve Türk Milleti’ni aydınlatmak için kendi hazırladığı ve bizzat okuduğu eserinin III. Cildi Belgeler kısmında “1 Teşrinisani (Kasım) 1922” tarihli celsedeki Nutkunda “İslam tarihi, saltanat ve halifelik” kurumlarını bilimsel bir hassasiyetle değerlendirmektedir. Türk aydının mutlaka bu belgeyi (Vesika 264)[15] okuması ve değerlendirmesi gerekmektedir.
Kaynaklar
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.
M. Kemal Atatürk, Nutuk III.Cilt, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.
Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul.
[1] Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul, s.217.
[2] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s.528.
[3] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 530-531. M. Kemal Atatürk, Nutuk III. Cilt (Vesikalar), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.s. 1252.
[4] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 531-532.
[5] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 532.
[6] Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul, s.212.
[7] A.g.e., s.212.
[8] A.g.e., s.213.
[9] A.g.e., s.213.
[10] A.g.e., s.214.
[11] A. g. e., s.215.
[12] A. g. e., s.216-217.
[13] A.g.e., s.217.
[14] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970., s. 1250.
[15] A.g.e., s. 1239-1251.