Türkiye’nin karşılaştığı meselelerle ilgili yorum yaparken ya da çözüm yollarını gösterirken genellikle bardağın dolu tarafından bakıyoruz. Oysa işin boş tarafları da bulunuyor.
Türk milletine ve devletine ait güzel hasletler olduğu gibi arızalı ve hastalıklı durumlarda var. Onun için duygusal tepkilerden uzak durarak gerçekçi tespitlerde bulunmak zorundayız.
Bu sebeple uğradığımız en son bozgun olan Hırvatistan’la oynadığımız milli maç ve futbol üzerinden bazı çıkarımlar yaparak, Türk milleti olarak bazı şeyleri niçin yapamadığımızın üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.
Futbol, yüz yılı aşan bir süre boyunca insanlık aleminin en çok ilgisini çeken olgulardan biridir. Bana göre geçirdiği süreç ve geldiği nokta; onu bir spor dalı olarak tanımlamama imkan vermiyor. Benim bu tezimi de Simon Kuper’in “futbol asla futbol için değildir” diye herkesçe bilinen sözü destekliyor.
Futbol kanaatime göre, başlı başına bireyi ve toplumu en iyi ifade eden şeylerden biri. Şeylerden biri diye yazmamın nedeni ise futbolun doğru tanımına henüz ulaşabilmiş değilim. Belki de futbolun gizemi; insanlar üzerindeki büyük etkisi ve her olayda değişkenlikler göstermesi nedeniyle, tanımlanamayacak bir elastikiyeti içeriyor olmasından geliyor. Koskoca bir işadamını tribünde çıldırmış bir taraftar olarak görmek bana her zaman tarifi zor bir durum olarak gözükmüştür. Ya da atılan bir golden sonra “şak” yapan genelkurmay başkanı gibi…
Bu sebeple benim bu gün yaptığım gibi futbolla ilgili birçok şey, günümüze kadar hep tekraren söylene gelmiştir. Futbol; kimi zaman ülkeler arasında savaşı kışkırtan bir neden, kimi zaman da barışı tesis etmede etkin bir unsur olmuştur. Hatırlarsanız bizi önce Yunanistan’la sonra da Ermenistan’la aynı gruba düşürerek futbol üzerinden bir yumuşama diplomasisi yürütülmüştür.
Franco’nun mu yoksa Salazar’ın mı veya Güney Amerikalı bir diktatörünmü olduğunu hep karıştırdığım sözlere göre adamlar ülkelerini faşizm, fiesta yani eğlence ve da illa ki futbolla (üç “f” formülü) yönetmişlerdir.
Bu açıdan bakınca bir ülkede ters giden ne varsa bu tersliklerin ülkenin futboluna da aynen yansıdığını görmek mümkündür.
Şimdi biz de toplum olarak Hırvatistan milli maçı ile en son bozgunu yaşıyoruz. Bu bozgunun sebepleri ile ülkemizin yaşadığı siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlar arasında büyük benzerlikler vardır.
Bu bozgunu yaşayan Türkiye; Hırvatistan’la rakamların dili baz alınarak karşılaştırıldığında, sahip olduğu büyüklük itibarıyla Hırvatistan’la mukayese edilemeyecek bir ülkedir. Peki bu küçük Hırvatistan, bu büyük Türkiye’yi nasıl bozguna uğratabilmektedir? Cevabı aranması gereken en önemli soru budur.
Doğrular keşfedileli çok olmuştur. Onları sanki hiç keşfedilmemişcesine bizim yaptığımız gibi uzayda aramaya hiç gerek yoktur. Türkiye’de doğrular bir çok şey de olduğu gibi futbolda da en baştan beri yapılmamaktadır. Tıpkı binaların Türkiye’de baştan beri depreme dayanıklı inşa edilmemesi gibi. Bunu görmemek için kör olmak lazımdır ve maalesef biz de bir körlük içindeyiz. Deveye sordukları misal gibi biz de sorsak: Türkiye’nin hangi işi tam manasıyla doğru ki, futbolu doğru olsun?
Mesela milli takımın başında Hiddink gibi bir yabancının olması her zaman yaşadığımız kendi insanımıza güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Oysa Hiddink’in aldığı paranın yüzde birine çalışacak ve ondan çok yetenekli yüzlerce insanımızı tanıyorum. Bu başka sektörlerde de karşımıza çıkan bir sorun. Osmanlı yıkılırken Genelkurmay Başkanının Liman von Sanders olması gibi…
Futbol Federasyonlarının göreve getirdiği adamların tamamı ahbap çavuş ilişkisi ile torpilli olarak işbaşına gelmiştir. Yani ehliyet ve liyakat aranmaz. Türkiye’nin dört bir köşesinde benzer şeyleri başka konularda da görmek çok doğal hale gelmiştir.
Futbol ve futbolun alt kurumları, yapılan soruşturmalardan da anladığımız kadarı ile şike, çete, şantaj ve her türlü yolsuzluğun içine batmıştır. Ülkemiz yüzyıllardır futbolun yaşadığı bu pisliklerin benzerlerinin içinde yüzmektedir.
Memleketimizde eğitime önem verir gibi gözükürüz. Ancak bilgi eksikliği nedeni ile bir türlü çağdaş gelişmeyi yakalayamayız. Ama bu konuda çok nutuklar atarız. Bu nasıl bir eğitime önem verme anlayışı? Halbuki Avrupa’daki Türk çocukları iyi bir futbol eğitiminden geçirildikleri için birer yıldız olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ne yazık ki; genç nesillere hak ettikleri değeri ve fırsatı bir türlü veremedik. Ülkemizde her katmanda öncelikle birilerinin nemalandığı bir kast oluşmuş durumda. Bu başarıyı engelleyen önemli bir faktör. Futbolumuzda da bu derebeylikleri çok net olarak görüyoruz. Yolu bu derebeyliklerden geçmeyenlerin futboldan nemalanmalarına imkan ve ihtimal yok. Memleketin dört bir köşesinde de hemşericilik, cemaatçilik, aşiretçilik, mikro milliyetçilik ve particilik gibi yapılanmalar başını almış gitmiş durumda. Onun için futbol deyip geçmeyin. Futbol içinde bulunduğumuz durumu yansıtan bir ayna vazifesi görüyor. Yani illa ki; milli takıma lobisi güçlü takımlardan oyuncu alacaksınız. Ya da milli takımları bu yenilmez armadaların kulisi güçlü eski oyuncularına teslim edeceksiniz. Siyasetimizde aynı durumda değil mi?
Teknik adam, futbolcu, hakem, menajer vs. ne olmak istersen iste yetenekli olman yetmez. İstisnalar olsa da bu Türkiye’de her alanda görülen bir gerçek. Bu sebeple 75 milyonluk nüfus içinden Hırvatistan’ı yenecek bir milli takım çıkartamıyor ve takımın başına bir Türk evladı getiremiyoruz. Sırtımızı da üç dört milyon Türk’ün yaşadığı Avrupa’ya dayamışız. Böyle idare ediyoruz. Avrupa ise üç, dört milyon Türk’ün arasından Mesut Özil, Nuri Şahin, Hamit Altıntop ve nicelerini yetiştirip Real Madrid’te oynatıyor ve milli takımlarına alıyor. İşin türkçesi; asimilasyona futbol üzerinden de devam ediyorlar. Biz de 75 milyonluk Türkiye’ye masal anlatıyoruz.
Hırvatistan’a yenilmekle Barzani’ye “ağbi” demek arasında ben bir fark göremiyorum. Depremler karşısında aciz kalışımızla Hırvatistan karşısında darmaduman oluşumuz arasında da büyük bir bağ var. Hatta Hırvatistan’ın bize yarattığı son bozgunla Balkanları kaybettiğimiz bozgun arasında da sebep sonuç ilişkisi açısından büyük benzerlikler görüyorum.
Onun için inşallah bu “son bozgun” aklımızı başımıza getirir. Her şeyin başına asli cevherinden şüphe etmeyeceğimiz ehliyet ve liyakat sahibi kendi evlatlarımızı koyarız. Gençlerimizi yetiştirip onlara hak ettikleri fırsatı veririz. Milli sermayemizi dışarıya dağıtmadan az para ile çok şeyleri başarırız. Her işin gerektirdiği doğruları yaparsak değil Hırvatistan cümle alem önümüze gelse yener geçeriz. Bir de işin manevi tatmini var. Ay yıldızlı bayrak gücümüz ve kudretimizle dünyanın her yerinde bir nazlı gelin gibi sallansa fenamı olur? Ah aksi şeylerin ne zararlar verdiğini bir bilseniz…
Gelin şimdi anlattığımız futbol ve Hırvatistan mağlubiyeti üzerinden içinde bulunduğumuz durumu tefekkür edin. Bana sorarsanız; ben hiç bozgun yaşamak istemiyorum ama hep tam tersi oluyor. Kabahati Hiddink’e ve Hırvatlara bulmadan nereden hataya yapıyorsak onu bularak, bozgunlara uğramaktan kurtulalım. Yoksa bu bozgunları kader zannedeceğiz…