Son günlerde gündemi oluşturan meselelere baktığımızda kıskaca alınanın Türkiye değil Türk Milleti olduğunu görüyoruz.
Sıfır sorunlu dış politikanın, tarih yazıcı sıfatlı mimarı Ahmet Davutoğlu; en sonunda diğer icatlarına İsrail ile köprüleri atmayı da ekledi.
Öte yandan hükümetin başı R.T. Erdoğan ise Ramazan ayı münasebetiyle bir iftarda buluştuğu azınlıklara sanki babasının malını dağıtırcasına hiç de hakkı olmayan ve kanaatimce ulufe olarak nitelendirilebilecek haklar verdiğini ilan etti.
30 Ağustos Zafer Bayramı münasebeti ile yapılan kutlamalarda tebrikleri “başkomutan” sıfatı ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kabul etti. Ve ilk kez bir Genelkurmay Başkanının topuk selamına şahit olduk.
Milli Güvenlik Kurulu’nda yeni oturma düzeni derken, AKP’li Hüseyin Çelik başta Ege Ordusu’nu kaldırmak gibi bir dizi şahsi(!) önerisini kamuoyu ile paylaşıverdi.
Bu arada ibretle izlediğimiz ana muhalefet partisi CHP’nin, süratle AKP’lileştiğini görmek belki sizleri şaşırtsa da beni hiç şaşırtmıyor. Atatürk’ün partisi olduğu artık bir nostaljiden ibaret olan Yeni CHP ve onun lideri Kemal Kılıçdaroğlu özellikle pkk ve bölücü terör konusunda AKP’den ileri çözümler getiriyor.
Siz bütün bunların kendiliğinden olduğunu zannedebilirsiniz. Ancak her şeyin belirsiz odaklarca adım adım geliştirildiği de gözden kaçacak gibi değil…
Bütün bunları yapanların ki; eğer birazcık tarih biliyorlarsa, akıl ve yürekleri bu işleri yapmaya yetmez. Oturdukları koltuklara onları getiren ve orada oturtmaya devam eden güçlerin iknası veya emirleri olmasa, bunlar bu yaptıklarını yapmayı akıl edemez, akıl etse bile bunları yapacak cesareti gösteremezler. Demek ki; Türk Milleti dost olmayan büyük bir güçle karşı karşıyadır.
Türkler; Anadolu ve Anadolu’yu çevreleyen coğrafya da binlerce yıldır yaşamaktadır. Bu nedenle bahsettiğimiz coğrafya da kurdukları devletlerle, hükümranlık hakkını şimdi olduğu gibi kullanmışlardır. Bu hükümranlık hakkı, tarihte hiç olmadığı şekilde günümüzde tehlike altındadır. Bu tehlikeyi anlamamıza sebep olan olaylardan bazıları yukarıda zikrettiklerimizdir.
Bu olaylardan biri olan, dünyadaki “Derin Yahudi Devleti” nin resmi temsilcisi İsrail ile bile bile bir kavgaya tutuşmanın arkasındaki neden, diğer olaylarda olduğu gibi gelecekte ortaya çıkacaktır.
Başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya gibi tüm AB ülkelerinde ve dünyanın diğer devleri olan Rusya, Çin, Japonya ve Hindistan’da gibi devletler nezdinde büyük bir gücü ve karar aldırma etkisi olan Yahudilerle, haksız olduğumuz bir Mavi Marmara konusunu bahane ederek kavgaya tutuşmak eğer bu bir kayıkçı kavgası değilse niçindir? Yoksa biz bu saydığımız ülkelerden çok daha güçlü bir ülkemiyiz?
Türkiye ve başındaki hükümetin; Mavi Marmara gemisini, İsrail’in hükümranlık haklarını hiçe sayar bir şekilde İsrail’e göndermesi ve meydana gelen olaylardan sonra da Birleşmiş Milletler’ den olumlu rapor ve karar beklentisine girmesi reel politika açısından cehalet ve gafletin ötesinde bir şeydir.
Dünya para piyasalarını büyük Yahudi ailelerinin yönettiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Türkiye’nin son on yıldır yaşadığı finans rahatlığı ve sıcak para hareketlerine bakıldığında para piyasalarına hakim olan Yahudilerle üstü örtülü bir mutabakatın var olduğu rahatlıkla söylenebilir. En azından Türkiye’nin iç borçlanmasını nasıl karşıladığı bu meyanda cevaplanması gereken çok önemli bir sorudur. Böyle bir durumda mutabakat içinde yaşayan ve böyle olması da gereken iki tarafın arasının uyduruk olarak niteleyebileceğim nedenlerle bozulmuş olması bana “Derin Yahudi Devleti” nin; Amerikan iç savaşında, Waterloo’da, Kırım, 1. ve 2. Dünya savaşlarında yaptığı gibi “her tarafa oyna” ama “istediğin sonucu al” taktiğini hatırlatıyor.
Bir taraftan Türklüğü ağzına bile almayan ama ne gariptir ki; bir yandan da Türk milletini yöneten bu iktidar, yaptığı işlerle sadece Türk vatanı ve dolayısıyla Türk devletinin değil Türk milletinin bekasını tehlikeye atıyor. Türk milleti bu gün har vurulup harman savurulan hakları İstiklal Mücadelesinde döktüğü kanla kazanmıştır. Şimdi dağıtılanları da ancak savaşarak geri alabilecektir. Sözde azınlık mallarının azınlıklara iadesi bu dediklerimizin somut bir ifadesidir.
Kimse sormuyor: bu azınlıklara bahsi geçen mallar neyin karşılığı olarak verilmiştir? Azınlıklara bu mallar verilirken; Yunanistan ve On İki Ada, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Bosna-Hersek, Romanya, Güney Kıbrıs, Irak, Suriye, Ermenistan ve diğer ülkelerdeki Türk Vakıflarına ve Türklere ait menkul ve gayrimenkullere ilişkin haklarda garanti altına alınmış mıdır? Sadece Kıbrıs’taki Türk Vakıflarının neredeyse adanın tamamına yakınının sahibi olduğu düşünülürse, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Bosna’da bulunduğu sırada merhum İzzetbegoviç’in mahdumu ve Bosna Müftüsü tarafından göklere çıkarılan ve Allah tarafından tarih yazmakla görevlendirildiği iltifatına mazhar olan Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu ve bayramı Batı Trakya’da geçiren Ali Babacan ya da AKP’nin Batı Trakya’lı milletvekilleri Mehmet Müezzinoğlu ve Hakan Çavuşoğlu veya isimlerini saymayayım bir çok Balkan kökenli AKP’li vekil ve bürokrat, Balkanlardaki Türk vakıfları yok edilirken azınlıklara mal iadesine, hiç ses çıkarmışlar mıdır? Ben size söyleyeyim: hayır…
Onlar aksine Balkanlar başta olmak üzere bütün Türk dünyasındaki Türklere “aman sesinizi çıkarmayın” telkininde bulunmuş ve sonra bu gününüzü ararsınız diye gözlerini korkutmuştur. Bu dış politika ile gerçekten bir tarih yazılmak istenmektedir. O tarihte “Türk Milletini tarihten silmeyi başardık” diye yazacaktır. Ama bunu henüz kimse başaramamıştır ve kimsenin de bunu başarmaya gücü yetmez.
Eğer yazdıklarımızın aksi ya da Türk milleti başına gelecekleri anlamış olsa, bu azınlıklara ve vakıflarına mal iadesine karşı başta Balkanlar olmak üzere bir “uçbeyi” mantığı ile Türk Dünyası’nın kaybedilmiş toprakları üzerinde tutunan Türkler ile her türlü malını mülkünü oralarda bırakıp anavatana göçmüş olanlar “bizde vakıf ve şahıslarımıza ait malları istiyoruz” diye ayağa kalkmaları gerekirdi.
Ama ne gariptir ki; hiçbir ses duymuyoruz. Daha da duymayacaksınız. Vatan toprağı ayağınızın altından kayıp giderken kuvvetli bir ses çıkmıyorsa bana göre tam bir “kahtı rical” yaşıyoruz demektir.
Yoksa bir milletin önüne, ancak 15-20 yıllık bir zaman diliminde gelebilecek olaylar, birkaç gün içinde ve pişirilerek yutulmaya hazır lokmalar halinde getiriliyorsa, son direnç noktalarının da psikolojik olarak darma duman edilmek istenmesindendir.
Ne yazık ki; Türk Milletinin değerlerinin ve yüzyılların birikimi ile oluşturduğu ordu, üniversite, yargı, siyaset gibi kurumlarının “demokratik gelişim” kisvesi altında belirsiz odaklarca görevlendirilmiş olanlar tarafından yerle bir edilmesi, halen çoğunluğun gözünü açmış değildir.
Evet, bütün bunları bana şeytan söyletiyor. Benim hiçbir kabahatim yok. İçinize bir endişe, vesvese, şüphe girsin diye bana bunları yazdırttı. Belki şeytan dürtmesi dikkatinizi çeker. Daha çok şey söyledi ama bu kadarla kalsın. Ne diyeyim! memleket binmiş bir alamete, giderken kıyamete; herkese kulak verdik bari bu kere de şeytana kulak verelim dedik. Hem şeytan da melek değil mi?