Bir insanın mutlu olup olmadığını hem ruhsal hem de bedensel belirtilerden anlayabiliriz. Mutluluk gibi mutsuzluk da gerek bedensel gerekse ruhsal tepkilerle kendini açığa vurur.
Mutluluğun ruhsal belirtileri: Neşe, sevinç, esenlik duygusu, iç huzuru, kişinin kendisiyle, yaşadığı çevreyle, iş ve aile hayatıyla uyum içinde olması, olumlu düşünce, yaşama sevinci, iyimserlik, iyilik hissi.
Mutluluğun bedensel belirtileri: Canlı, zinde ve enerjik olabilme, hastalıklara ve ters giden olaylara rağmen yakınmama.
Mutsuzluğun ruhsal belirtileri: Gergin, sinirli, karamsar olma, sürekli halinden yakınma, başkalarını eleştirme, suçlama, neşesizlik, durgunluk, hiçbir şeyle yetinmeme, doyumsuzluk, suçluluk, eksiklik duygusu.
Mutsuzluğun bedensel belirtileri: Gerginlik, halsizlik, geçici ağrılar, yorgunluk, psikosomatik hastalıklar, unutkanlık, uykusuzluk, ağız kuruluğu, üşüme, titreme, diş gıcırdatma, gürültü, sese duyarlılık, çarpıntı, nefes darlığı hissi…(Tarhan, 2006, s.17).
İnsanoğlu sevme yeteneğini sevile sevile kazanır. Sevmeden önce sevilmeyi öğrenir. Sevilme duygusunu yeterince tatmamış bir insanın, başkalarını sevebilmesi de oldukça zor olmaktadır.
Bundan dolayı başta anne baba olmak üzere bütün büyüklerin ve eğitimcilerin küçüklerle olan münasebetlerinde gözetmeleri gereken temel esas, onlara gösterilecek sevgi ve şefkattir.
Büyüklerde takdir edilme ihtiyacı ne ise, çocuklarda da sevilme ve şefkat görme ihtiyacının aynı şey olduğu söylenebilir. Sevgi, çocuğun duygusal hayatının gelişmesi için gıdadan daha önemli bir faktördür.
Çocuğun ileriki yaşlarda birtakım ruhi bozukluklar göstermesi, ailesinden yeteri kadar sevgi ve ilgi görememesi, kötü muamelelere maruz kalması ile izah edilebilir( Tütüncü, s.270).
Sevgi konusunda başka bir gerçek daha vardır. O da sevilme gereksiniminin yaşam boyu sürdüğüdür. Sevgi, açlık ve susuzluk gibi sürekli doyurulmak isteyen bir duygudur.
Yaşamda sevgi boşluğunu dolduracak, onun yerine geçebilecek başka bir şey gösterilemez. Doğaldır ki, her çağda sevilme gereksinimi bir değildir. İlk yaştan başlayarak, anadan alınan sevgi gelişerek ve çevreye yayılarak zenginleşir; ama sevilme gereksinimi azalmadan, yalnız biçim değiştirerek sürüp gider( Yörükoğlu, 1979).
Nasıl tüm ağaçların güneşe, suya veya çevreden edinecekleri besinlere gereksinimleri varsa, tüm insanlar da kendi çevrelerinden edinecekleri güvenliğe, sevgiye ve statüye gereksinim duyarlar.
Bu nedenle eksikliğe güdülenmiş olan kişi çevresine karşı daha korkak olur, ne de olsa her an başarısız olup hayal kırıklığına uğrayabilecektir. Bu tip kaygılı bir bağımlılığın düşmanlığı da beslediğini biliyoruz. İnsanlık, insanın içine döküldüğü bir kalıp değildir. Çevrenin en büyük rolü, potansiyelini gerçekleştirmede kişiye yardımcı olmak ve onu bu yolda özgür bırakmaktır(Maslov, 2001).
Doğruluğa dayanan sevgi; seven kişiden kendini tümüyle ifade etmesini, seslendiği kişinin yüreğinin de her tür güvensizlikten uzak bir şekilde bunu paylaşmasını bekler (Nalbantoğlu, 2004).