Bursa’nın Karacabey İlçesi’nde 14 Mayıs 1964 tarihinde dünyaya gelmiş olan TRT program yapımcısı, araştırmacı yazar Servet Somuncuoğlu, 06 Ağustos 2013 günü, İstanbul’da 49 yaşında iken ebedî âleme intikal etti. Mekânı cennet olsun.
Türkiye’de az yetişen değerlerimizden biri idi. Jiletçi şarkıcıları, madde bağımlısı pop yıldızlarını, ‘doksan-altmış-doksan kültürü noksan’ teşhircileri sayfalar dolusu anlatan magazin bağımlısı – renkli basın, bir defa daha câhilliğini, millî değerlerimizden kopukluğunu ve kadirbilmezliğini gösterdi. Acı kaybımızı yalnızca Yeniçağ ve Hürriyet gazeteleri, birkaç satırla duyurdu.
Asil ve necip Türk milleti, basın adına merhumdan özür dilercesine; otobüs, minibüs ve otomobil ve hatta traktör, motosiklet konvoyu ile destekli insan seli hâlinde toprağa verildiği köyde hazır bulundu.
* * *
Aslen Giresun’un Eynesil İlçesi’nden idi, Karacabey’de doğdu. Ârifiye Öğretmen Lisesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümlerinden mezun oldu.
1988 / 2004 arası TRT İstanbul Radyosu’nda program yapımcısı olarak çalıştı ve ‘Günle Gelen‘, ‘Günün İçinden‘, ‘Müzikli Edebiyat”, ‘Yeni Bakışlar‘, ‘Türkülerle Yaşamak‘, ‘Aşkın Has Bahçesinde‘, ‘Tarihte Yolculuk‘ ve ‘Tarihin Büyük İhanetleri‘ isimli programlarını hazırladı.
Türk Edebiyatı, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi ve Atlas dergilerinde yazıları yayınlandı. 2005 yılı Temmuz ayında ‘Saymalı Taş – Türklerin Bilinçaltı‘ isimli çalışmasını Kırgızistan’da tamamladı ve Atlas Dergisinin Aralık 2005 sayısında yayınladı. 2007 yılının Aralık ve 2008 yılı Ocak sayılarında ‘Taştaki Türkler‘ konusunu yazdı ve fotoğraf çekimlerini gerçekleştirdi.
1740 – 1962 yılları arasında Türkiye’de yaşayan ve 1962 yılında Rusya’ya göç eden Manyas-Akşehir Kazakları ve Kars Malakanlarının göç hikâyesini anlatan ‘Don Kazakları‘, Darüşşafaka Cemiyeti Başkanı Çetin Berkmen’le yaptığı söyleşiler ‘Adanmış Bir Ömür‘ adı altında kitap olarak yayımlandı.
Fotoğraf çalışmalarına kesintisiz olarak devam eden Somuncuoğlu; Rusya, Çin, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Kosova, Macaristan, Avusturya ve Kanada’da çekimler yapmıştır. Türk tarihinin antik döneminin belgeleri olan kaya resimleriyle ilgili çalışmalar O’nun hayatını doldurmuştur.
Dört yıllık bir emek sonucunda, 150.000 kilometre yol katedilip, 138 gün saha çalışması ile ortaya çıkan, TRT tarafından yayınlanan ve TURKSAV 12’nci Türk Dünyası Hizmet Ödülünü alan ‘Karlı Dağlardaki Sır‘ adlı belgeselin Yapım-Yönetim ve Metin yazarlığını yaptı. A-Z İnşaat isimli firmanın desteğiyle yayınladığı ‘Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler‘ isimli kitabı ile 2008 yılı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Sosyal Bilimler Araştırma Ödülüne layık görüldü. 2009 yılında merkezi Denizli’de bulunan Aysiad (Avrasya Sanayici ve İşadamları Demeği) tarafından ‘Yılın Kültür Adamı‘ ödülü ile ödüllendirildi. 2011 yılında ‘Saymalıtaş – Gökyüzü Atları‘ kitabı AC YAPİ isimli firmanın katkılarıyla yayınlandı. Yine 2011 yılında, Yapımcı – Yönetmen ve Metin Yazarlığını yaptığı ‘Damgaların Göçü‘ ve ‘Zamana Karşı – Kazdağı Koşuburnu Türkmenleri‘ adlı iki belgesel çalışması, TRT Belgesel kanalında yayınlandı. İlk fotoğraf sergisini ‘Taştaki Türkler‘ adı ile Brezilya’nın Sao Paulo şehrindeki ‘Ses – Sergi ve Görüntü Müzesi‘nde 11 – 23 Ekim 2011 tarihleri arasında açtı. TRT İstanbul Televizyonunda program yapımcısı olarak çalışmakta idi. ‘Damgaların Göçü / Kurgan‘ isimli eseri, albüm-kitap şeklinde, AC inşaat desteği ile 2012 yılında yayınlandı.
Kaleme aldığı yazılardan kısa bölümler:
‘Kırgızistan’da Tanrı Dağları’nın kollarından Aladağlar üzerinde bulunan ‘Saymalı Taş’a 11 bilim adamıyla birlikte gittik ve burada başka bir şey var düşüncesiyle 12 ayrı ülkede çalışma imkânı elde ettik. Saymalı Taş’ta 10.000 kaya üzerine yapılmış 100.000 resim var ve biz bunların 6.000 tanesini fotoğrafladık.’
‘Ders kitaplarından gördüğümüz kadarıyla bizim tarihimiz Orhun Anıtlarıyla başlar. Oysaki Orhun Anıtları Türklerin taşlar üzerindeki son sözüdür. Asla Türk tarihinin ön sözü değildir.’
‘Sonuçta Türklerin M.Ö 3000 yıllarından beri Anadolu’da olduğunu ispatladık. Böylece mevcut paradigmayı yıkmış olduk. Yurtdışında çalışmalarım Türkiye’de olduğundan da fazla ilgi görüyor. Japonya’dan Almanya’ya kadar bütün ülkelerin bu işlerle uğraşanları tarafından çalışmalarım ve ben yakından tâkip ediliyoruz. Batılı arkeologların Yunan veya Frig olarak tâbir ettiği alanı Türk olarak belirledik. Burayı iyice inceleyebilmek için çalışmalarımı 3 yıl gizledim. Bozkırın kucağında duruyordu bu resimler. Sonuçta Türklerin M.Ö 3000 yıllarından beri orada olduğunu belgeledik.’
* * *
Vefat eden kişiler hakkında yazı yazanlar, genel olarak merhumla ne zaman ve nerede karşılaştıklarını da yazarlar. Sanki okuyucu merak edermiş gibi…
Modaya uymak için değil, Servet Somuncuoğlu’nun ruh asâletini, insânî yönünü, derin sezgi gücüyle aynı hassasiyetleri paylaştığını algılayıverdiği kişilere olan sevgisini-saygısını belirtmek için okuyucudan özür dileyerek yazmak mecburiyetindeyim:
Gıyabında tanıyordum. ‘Gallemit‘ isimli felsefî romanını okumuş, etkilenmiştim. İlk defa, müşterek dostumuzun ofisinde, 2010 yılında karşılaştık. Konuşma sırasında şahsen saygı duyduğum bir kişi hakkında, bana hoş gelmeyen sözler söyledi. Rahatsızlığımı belirtip konuyu değiştirdim. O’nun da rahatsız olduğunu görünce, ortamı yumuşatmak için müşterek hassasiyetlerimizle ilgili fikir beyanında bulunduk. Kısa bir berâberlikti. Tekrar görüşme dileklerini seslendirip ayrıldık. Birkaç ay sonra Merhum Turan Yazgan Hocamızın Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’da, yine tesâdüfen bir araya geldik. Konuşmalar Frenkçe tâbiri ile Hocamızın ‘moderatörlüğünde’ geçti. Birbirimize ısınmıştık.
Bir gün, yazdığı bir yazıdaki; ‘Günlerden 3 Mayıs olduğunu yola çıktıktan sonra hatırladık. Cuma günüydü. Köyün camisinde Cuma namazını kılıp, yanındaki kahvede çaylarımızı içerek Türkçülük Bayramını kutladık.’ Cümlelerini okuyunca, gönlüm Servet’e kaynamıştı.
Avrasya-Bir Vakfı’na konferans için geldiğinde üçüncü defa bir araya geldik. Artık ‘dost’ olmuştuk.
2012 yılında bir başka gün TRT İstanbul binasına, Zafer Karatay ile röportaj yapmaya gitmiştim. ‘Fotoğraf çekecek birini bulabilir miyiz?’ demiştim ki… kapı açıldı ve Servet Somuncoğlu içeri girdi. ‘Tevâfuk‘ kelimesinin kısa bir yorumundan sonra fotoğraf çekimi ve çaylar eşliğinde yine koyu bir sohbet…
Röportaj teklifimi kabul etti, ‘Damgaların Göçü – Kurgan / Ankara Güdül Kaya Resimleri‘ isimli eserini armağan edeceğini söyledi. O eseri gelmeden, ‘Gallemit‘ isimli kitabı hakkında tanıtım yazısı yazdım. Yazıyı okuduktan sonra telefon görüşmemiz oldu. Memnuniyetini ifâde etti. Çekimlerini tamamladığı belgeselin montajı için stüdyodan çıkamadığını, çok yorulduğunu, perişan durumda olduğunu, montaj bitmeden kendisine gelmesinin mümkün olamayacağını söyledi.
Milletine bir eserini daha tez zamanda sunabilmek için sağlığını hiçe sayıyormuş… Allah ü Âlem… Bu sebeple, milletine hizmete doyamadan, en verimli çağında şehitlik rütbesiyle aramızdan ayrıldı. Cenab-ı Allah O’nu cenneti ve cemâliyle şereflendirsin, kederli ailesi fertlerine, sevdiklerine ve sevenlerine sabr-ı cemil ihsan eylesin.
GALLEMİT
Gallemit; fantastik bir konuyu işlemekle birlikte bir kurgu roman değil. Yaşanmış olayların eşine rastlanmayacak olaylarla örülü hikâyesi. Akıl kamaştıran felsefî cümleler, şimşek hızında ve parlaklığında okuyucuyu âdetâ kâinatın derinliklerine savuruyor. Entelektüel zekânın, insanlığın sonunu hazırladığını öğreniyor ve ürperiyorsunuz.
Yıllar boyu piyasaya sürülen kitaplarda bilge insanların Uzakdoğu’da, Himalaya’da olabileceği, insanlarımıza kabul ettirilmeye çalışıldı. Gallemit’te, bizden bir insan, bilge kişiliğiyle bize ‘Merhaba‘ diyor. İşte O’nun sözlerinden ışıltılı ve renkli bir buket:
‘Çin ü Maçin’den beri…” diye başlıyor sözlerine. Çin ü Maçin dediği yer, bin yıl öncesinde ayrıldığımız Orta-Asya. Ama ona göre sanki dün gelmişiz. Yıllar yılı mekteplerde öğrendiği kitabî kültürde aradığı tadı asla bulamamış biri. Devam ediyor:
Söz uçmaz diyor, söylenen her söz kâinatta bir yerlere yazılır ve belki de yaşarken bize geri döner bir şekilde. Olumlu sözler enerjimize katkıda bulunur. Söylediğimiz olumsuz sözler ise, bize geri dönerek enerjimizi yok eder. Onun için kötü söz söylememek gerekir. Bunu anlatmam zor ama deneyeyim; illaki söz geri dönmez, bazen güneş ışığı olur ve tohumu canlandırır. Kâinat bir bütündür. Bütün dinlerin ortak noktası budur. Bütün dinler ortak noktayı göstermek ve bulmak iddiasını taşırlar. Din bir ihtiyaç, Tanrı bir mecburiyettir. Tanrı’sız olmaz. Derin düşündüğünde bulursun, hepimiz Tanrı yolcusuyuz aslında. Öyleyse neden bu ayrılık-gayrılık?
Eskiler derler ki dünyayı ayakta tutan 4 unsurdur: Toprak, ateş, hava ve su. Buna iki unsuru daha eklemek gerekir: Ses ve ışık. Ateşteki ışık değildir, ‘nar’dır. Işık, başka bir şeydir. Işık sesli bilgeleri anlatacağım sana zamanı gelince. Ses ve ışık enerjidir. İnsan enerjisidir. Bilgi oluştukça bilgisizlik arttı. Uzun bir serencamdır bu… Vakit buldukça konuşuruz…’
Yazar, 630 kişiden oluşan askerî birlikte, ‘Ulukam‘ dediği bilge kişiyle tanışır. Çok iyi anlaşan ikili, 2 kişilik yalnızlar dünyasını oluştururlar. Bu dünyada çoğu zaman sessiz berâberlikler yaşarlar. Zaman zaman da felsefî konuların derinliklerinde kaybolurlar. O demlerde yalnızlığı paylaşan iki kafadar sanki kısa dönem askerlik yaptıkları kışlada yaşamıyorlar, sonsuz derinlikli denizlere gömülüyorlar, rotasız ve molasız seyahatlere çıkıyorlar.
Yazar ve Ulukam şuurlu bir çevrecidir. Uzak atalarımızın ağacı mukaddes bir varlık olarak gördükleri, göçlerle geldiğimiz Anadolu’da ağaçları kıymayı öğrendiğimizi konuşurlar. Sebep bellidir: Kıl çadırdan, ahşap evlere de göçmüşüzdür.
Yazar; kitapta anlatılanların hepsinin gerçek olduğunu ve roman’ın esrarengiz kahramanının hâlâ hayatta olduğunu belirtiyor. ‘Bey oğlu bey, köle oğlu köle olmak rızasında olan bu adam kim?
Bu adam bizden biri, içimizden biri. O bir ‘Kam’, O bir ‘Bilici!’
‘Bilici’den seçmeler:
*Belli bir yaştan sonra görül gurbetine düşülmez, hayat gurbetine düşülürmüş.
*Yazılı kültürü yaşamadan görsel kültüre geçişimiz, nasıl bir dünya problem doğurduysa, toplumsalı yaşamadan birey olma aşamasına geçişimiz de birçok sorun getirecek. Tekrar altını çiziyorum: ‘Birey olmak, hiç kimse olmak’ değildir.
*İnsan yazarlık ideali taşıyorsa fazla konuşmamalı, sohbet etmemeli. Eğer konuşmacı olmak istiyorsa bu defa da yazı yazmamalı. İkisini birden yürütmek hastalığa sebep olur.
Kitapta; doğruluğu tartışılabilir fakat insanı bir anda sarıp sarmalayan, hiç umulmadık bir zamanda da okuyanı; çılgın bir girdabın içerisine alıp, ölümcül hızla kendi ekseni etrafından yüz defa, bin defa milyon defa çevirdikten sonra âniden; dünyanın değil, uzayın değil, kâinatın dışına fırlatıveren ilgi çekici görüşlerle dolu 15 adet mektup var. Onuncu mektuptan sonra gerilim düşse bile, ışıltılı, daha çok da felsefî konular ele alınıyor.
İnsan insana yoldur. İnsana yol olabilen ‘Bilici‘lere her zamankinden çok muhtacız. Çağlar öncesinden gelecek kozmik bir nefes dünyamızı daha iyi yaşanabilir hâle getirebilir.
O kurtarıcı gelmeyebilir. Fakat siz kitaba ulaşabilirsiniz. Kendi dünyanızı kendiniz düzenleyebilirsiniz?
Zâten kim kimin dünyasını düzenleyebiliyor ki?