Bölüm 2
İşçilerle iyi anlaşıyordum.
Kendi teknokrat emekçilik hayatımda, bulunduğum toplantı masalarında, sadece sadık, güvenlikçi nitelikli ve hep bunu sergileyen üst yöneticiler geliyor aklıma. Bunlar genellikle üretimden zerre kadar anlamadıkları gibi üstelik şirketi sağlam bir üretim ve üretim- insan ilişkileri zeminine doğru geliştirmek için çalışan, öneren, yaratıcı üretici emeklerin önünde, her daim aşılmaz duvarlar oluyorlardı. Yetersizliklerine, kendi saltanatlarını sürdürme ihtirasları da eklenince, bunlar, emekçiler için adeta bir cehennem azabı oluyorlardı. Ama doğrusu bir yönleri de mecburen çok gelişmiş oluyordu. Kullandıkları dil. Sanki konuşmalarındaki kötü niyetleri gizlemek için, dilleri, yaşlı fahişelerdeki ağır makyajlar gibi biçim olarak tuhaf bir kibarlık ve incelik düzeyinde gelişiyordu. Üstelik yüzlerinde sahte bir tebessümle, kullandıkları bu en zarif, en kibar dilin, insanları nasıl en çok incitici ve insana ; mutlaka bir hatam olmuştur anasını satayım dedirten, nasıl ezici ve egemen bir dile dönüştüğünü yaşadığım, gördüğüm için böyle sahte, kibar ve nazik bir dile tepki olarak, ister istemez kendi argo dilimi geliştirmiştim. Küçük kızıma da bu durumu böyle açıklamaya çabalamak zorunda kaldığımı hatırladım. Evet işçilerle dilim uyumluydu.
Ama hayır, işçiler argo da konuşmuyorlardı, onlar başka türlü konuşuyorlardı, nasıl anlatayım? Hayat onlara her cephede tasarrufu dayatmıştı galiba ve lüzumsuz konuşmuyorlardı bir kere ve bizler, yani en azından yönetici olarak sürekli sınıf atlama ihtimali gerçeği içinde yaşayan küçük burjuva teknokrat bürokratlar gibi, ne yazık ki aileleri ve çevreleri ile birlikte duydukları derin özlemler ve hayallerin çıkmaz sokaklarında, kendilerini sürekli ezen bir karmaşa ve çatışma içinde de değillerdi. Hayat, onlar için çok daha sade, çok daha anlaşılır idi, ve onlar da, çok anlaşılır, çok sade, çok net konuşuyorlardı. Bir de onları çıraklık hallerinden de tanıyordum, hayat onları daha küçük yaşlarında, bir ağır delikanlı olarak inşa ediyordu sanki ve bu nedenle de kıvrımsız, dolansız konuşuyorlardı, çıraklar için yazdığım şiirle anlatabilmeliyim bunu.
ÇIRAK
Saçından tırnağına
Yağlı karalar içinde
Gülüyorsun aydınlık.
Benimde gülesim geliyor.
Elinde anahtarla
Oyun mu oynuyorsun
Motorla, makinayla
Yoksa ciddi misin sen
Bakışlarında bazen
Sen bir işçi ve emek
Makinalar ve ekmek
Tencerene aş
Evine kol kanat olmuşsun demek.
Kartal kanatlı serçem.
Sen uçamazsın.
Çocuk aklına, ruhuna
Çöken bunca kahırlı yüke
İpek böceğim, ördüğün çelikten koza.
Ve ektiğin tohum içine, onu delecek ateş.
Delikanlım merhaba.
Nihat Beyle birlikte, arabayla, Kemalpaşa’ya varıyoruz, fabrikada’yız. Bütün işçiler çevremizde. Ömer’le göz göze geliyoruz. Son bir umutla bana “Levent abi sen istersen olur” der gibi bakıyor.
Nihat Bey söze başlıyor. “bundan sonra buranın ustabaşısı Emin’dir, herkes burada ona bağlıdır ve burası ondan sorulur”.
Ömer’in yüzü kireç gibi. Liderlik için verdiği mücadelenin sonu gelmiş. 0radaki işçilere hükmetme mücadelesi bu. Be Ömer, ne bilgin, ne deneyimin var, kurnaz uyanıkta değilsin, zulanda puştluk da yok icabında, silahın da yok darbeciler gibi, saf çocuk bir adamsın, nereden çıkardın bu liderlik sevdasını be. Biz mi gelişi güzel davranıp çocuğu özendirdik, boşluğa düşürdük. İşimizi bitirelim diye hadi sen aslansın gibi en küçük lafın sonu buraya varabilir mi? Düşünüyorum, hayır, öyle abartılı bir şey, hele bir vaat asla. O kadar da değil, tamam, asla melek, ya da peygamber değilim, bir insanım ve kimseden üstün değilim, kimsede benden üstün değil, düzene tutunmaya çalışan bir teknokrat emekçiyim, kimbilir ne kadar kirliyim, bundan da utanmıyorum, dediğim gibi insan için olan hiçbir şeye yabancı değilim. Ama Hasan Hüseyin şairimin yüreğimden uyardığı gibi ; “karıncaya hor bakmamaya, serçenin kanadını kırmamaya, karacanın yavrulusunu vurmamaya, insana kıymamaya” hiç özen göstermedim desem bu da doğru olmaz.
Ömer mücadele sırasında kimbilir ne keskin virajlar almış, zorlanmış, dayanmış, güçlenmiş ve gurur çıtası da yükselmiş biraz mutlaka.
“Ben çalışmayayım artık burada abi”
“Peki sen deri fabrikasında devam edersin Ömer”
İzmir’e dönüyoruz. Ömer, Nihat Bey’in arabasında arka koltukta. Bagajda küçük tüpgazı ve denki. Dönüşte Bornova’da bir arkadaşımla buluşup oradan birlikte benim büroma gideceğiz. Bornova’ya geliyoruz. Nihat Bey’e söylüyor, inmek istiyorum. Nihat Bey arkadaşını da alır
bürona bırakırız sizi diyor. Arabada başka yolcularda var, durum sıkışık arkada. Nihat Bey başını arkaya çeviriyor.
“Ömer, sen in dolmuş durağında, dolmuşla gelirsin fabrikaya”
Ömer iniyor, ani bir hareketle bagaja yönelip tüpgazını ve denkini kapıp kalakalıyor orada.
Bir elinde tüpgaz, diğerinde denki. Hiç olmazsa bu olmamalıydı.
Arabanın arka camı televizyon ekranı gibi, ben öyle seyrediyorum Ömer’i.
Gözgöze geliyoruz bir an ve hızla uzaklaşıyoruz birbirimizden.
Kalabalıklar doluyor birdenbire ve Ömer yok oluyor ekranda .