Hikâye gerçek, kişi isimleri ben hariç değiştirildi.
Bölüm 1
Kemalpaşa’ya doğru yol alıyoruz arabayla, kararımızı bildirmeye gidiyoruz. Yolda bunun üzerine konuşuyoruz
Nihat beyle. Zaman zaman, çok hızlı bir şekilde, gözlerini yoldan ayırıp, bakışlarını bana yöneltiyor ve başıyla onaylıyor dediklerimi. Sonra o da bana anlatmaya başlıyor. Bende onu, evet evet, tabi diye, kısa kısa yanıtlıyorum. Yani Ömer’in durumu kesinleşti artık. Bir an, Ömer için duyduğum üzüntü, zaman tünelinde beni 1,5 ay öncesine götürüyor.
İzmir Yün Tekstil Fabrikası, borçları nedeniyle, icra yoluyla bir Finans Şirketine geçmiş. Yeni sahip de fabrikayı kapatıp, kazıyıp, yerine büyük bir çarşı yapma niyetiyle fabrikanın makinalarını satışa çıkarmış. Nihat Bey’in Genel Müdürü olduğu deri işleme ve konfeksiyon şirketi de fabrikanın yün yıkama ve hazırlama grubunu satın almış. Bu grubu alıp, Kemalpaşa’ya yeni fabrikaya kuracağız. İşledikleri derilerin yünleri de burada değerlenecek.
İzmir Yün, Tepeciğin arkalarında kurulu. Orada çalışmaya başlıyoruz. Bizim makinalar, toplam 80 metre uzunluğunda bir mini tesis oluşturan ve ard arda işlemler yapan 13 parça makina. Burada da uzun zamandır çalışmıyormuş. Önce bu haliyle Kemalpaşa’daki yerine kurmak gerek. Yani bu haliyle oraya ışınlamak gibi bir şey. Sonrada aşınmış, kırılmış ya da yedekleme sorunu çıkarabilecek günün teknolojisinden düşmüş parçalarını değiştirmek, yenilemek gerekecek. Ancak makinalarla ilgili elde tek bir doküman yok.
Paftalarca montaj resimleri çiziyor, parçaları, grupları önce resim üzerinde numaralandırıp sonra bu numaraları yağlı boya ile makinalar ve parçalar üzerine aktarıyorum. Montaj sırasında “sende nereden çıktın” diyeceğim bir parça çıkmasın diye karşıma, uğraşıyorum. “Herhalde tamam, oldu” diyorum. Söküme ve nakliyata hazırız.
Kamyonların yanaşması ve yükleme için bazı duvarların yıkılması gerek. Bütün İzmir Yün yıkılıyor zaten.
Boş buldukça zamanı, her yanını geziyorum. Büyük bir alana kurulu, düzenli yerleşmiş, düzenli yollarla ayrılmış birçok bina. Bizim makinalar ve diğer birkaçı dışında, makinalar oldukça yeni ya da bakımlı. Ve bütün bu makinalar, kazanlar, borular, motorlar, panolar, kablolar, klima cihazları, ahşap malzemeler her şey sökülüp gidiyor, bunlar gidebilsin diye ve gittikçede yıkılıyor binalar, yıkılıyor ve sonunda geriye kırık temel üstleriyle örülü bir boşluk kalıyor. Bütün bunlar o kadar çabuk oluyor ki her şey buhar olup uçuyor gibi, yok oluş gibi. Kimi makinalar ve malzemeler ölmüş denilip hurda olacak, bir kısım yaşlıların yaraları sarılıp onarılacak, ve zaten genç olan diğerleri ile birlikte bu sağ kalanlar başka diyarlarda yaşamaya devam edecek. Fabrikanın birkaç ustabaşısı da, makinaların doğru dürüst sökümü ve nakliyesi için fabrikanın ana alıcı ve satıcısı Finans Şirketine nezaret hizmeti veriyorlar.
Hepsi de emekliliği geçmiş ak saçlı yaşlı insanlar. Bu işte bitince evlerine dönecekler artık. Çünkü gidecek, gidebilecek başka diyarları yok. Doğanın kanunları bu cenazenin kalkışında son görevi de bu ustalara vermiş. Diğer genç ustalar başka işyerlerinde çalışmaya başlamışlar bile. Genellikle yorgun bir hüzün içinde buluyorum bu yaşlı ustaları, çay ocağında, laflıyoruz ara sıra, anlattıkları tarih. Bir kenarda bir sürü ahşap, çelik kasa yığılı. Ciltler, klasörler dolu içleri, kenardan sarkmış kartlardan birini alıyorum. İşçilerin isimleri alt alta sıralanmış. Sevgi, Nurten, İsmail….. Bir an dalıyorum, yürüyorum Orhan Kemal’in insanları arasında. Birden karşımda bir bayrak, dalgalanıyor, Finans Şirketinin bayrağı. İzmir Yün fabrikasını parçalıyor, yıkıyor, satıyor. Sanki bir adayı işgal edip yakıp yıkan işgal kuvvetleri sancağı gibi geliyor gözüme. Dönüyorum “başlayın, sökün, yıkın” diyorum.
Ömer; şirketin aceleyle oluşturduğu söküm ekibi içinde yer alan genç, eğitimsiz, deneyimsiz bir işçi. Fırın; gövdesi pik döküm tuğlalardan oluşan, yap boz oyuncakları gibi kurulan ve yükselen, içinde ısı üniteleri, transfer üniteleri olan, on metre boyunda ve dört metre yüksekliğinde en büyük makina. Ömer fırının sökümüne el koymuş.
Atletik yapısıyla fırına tırmanıyor üstünde dolaşıyor, bacaya ve oradan bina tavanına ulaşıyor ve niteliği olarak bunu sergileyip duruyor. Hep fırının üstünde, adeta hücuma geçecek bir yer, başlangıç arıyor. Ben de veriyorum. Yanına kimseyi istemiyor. Belinde anahtar takımı, karşısında: makinayı oluşturan parçaların orijin madeninin çıkarılmasından ham malzemelerinin yapılmasındaki metallurjik işlemlere, oradan parçalarının son ölçülerinde bitmiş haline ulaşması için gerekli mekanik, fiziksel işlemlere kadar görev yapmış yüzlerce binlerce işçi, teknokrat, alet, makine, binlerce milyonlarca saatlik emek. Hepsini yere seriyor. Neredeyse tek başına söküyor fırını. Kendine müthiş güvenli şimdi. Düşünüyorum, acaba darbecilerde demokrasiyi yıkarken aynı ilkel gücün şehvetini duyuyorlar mı benliklerinde Makinaların tümü sökülüp, naklediliyor.
Kemalpaşa’da yeni fabrikadayız. Şubat ayazı, çok çalışmak, akşam gece mesai gerek. Nihat Bey’e “Senin deri konfeksiyon şirketinden, çocuklara deri gocuk verelim, gerçi sizin imalatlar lüks kalite ama üstlerine bi de iş gömleği giydirirsek gocuklar korunmuş olur, çocuklarda soğuktan korunmuş olurlar, akşam gece mesai yaptırırız, hem iş dışında da giyerler gocukları, iyi bir şey olur” diyorum. Nihat Bey medeni, iyi bir insan, karşı çıkmıyor. “Bırak yahu üst üste iki kazak giyerler olur biter, seninki de minareye kılıf yani” demiyor. Ertesi gün gocuklar, iş gömlekleri, postallar geliyor. İnşaatçılar, bekçi benim ekibimden değil, onlarla ilgilenmiyorum. İnşaatta sürüyor, dış duvarlar henüz örülüyor, her taraf açık. Bekçi bir hafta sonra aniden hastalanıyor. Fena üşütmüş, sonrada verem diyorlar. Ne garip bir rastlantı.
Şantiye girişinde bir kulübe. Ömer ve birkaç arkadaşı burada kalıyor. Galiba İzmir’e göçmeleri çok olmamış, öncede İzmir’de aynı evi ya da odayı paylaşıyorlarmış. Nihat Beyle konuşmuşlar, İzmir’den her gün gelip gitmektense burada kalalım demişler, anlaşmışlar. Bir takım hayatlar sürüyor burada da.
Bir yandan inşaat, elektrik ilerliyor, karınca gibi çalışıyor insanlar. Ama bizim montaj yürümüyor.
Ömer şantiyede yatıp kalkıyor ya, gece gündüz fabrikada, bütünleşmiş işle iyice, kâhyalaşmış ve tüm idareyi ele almış.
Ancak mümkün değil, hiç eğitimi, deneyimi yok, birazcık bile yok. Şimdilik en çok ağırlıkçı, hemen sonra yardımcı operatör, daha sonrada operatör ve çok daha sonrasında usta işçi olabilir, ama sabırla, ama emekle, ama zamanla. Ama şimdi olamaz işte, sökerken tamamda, ama bu montaj, bu makinalara yeniden hayat vereceğiz. Sorunun büyüğü de başka aslında. Emin, meslek lisesi mezunu, deneyimli ve daha önce böyle ekipler yönetmiş, formenlik yapmış. Ekibe yeni katıldığı halde, Ömer’in boşluğunu yakalamış, sultaya girmiyor, Ömer’i takmıyor. Yepyeni bir kuruluş, işin daha başında ve yepyeni olanaklar. Donatımı, özlemleri, hırsı ve yeni bir fırsat hepsi alelacele buluşuyor benliğinde, kendi lider olmak istiyor.
Bu anarşik durum Emin lehine çözülecek bu kesin. Benim için de çok önemli.
Bu işi sağlıklı ve en önemlisi çabuk götürebilmem için teknik dilden ve döküman üzerinden konuşup anlaşabileceğim biri gerek bana. Ben bu işte teknik emek satıcısı, serbest çalışan biriyim. Oradan oraya koşturup duruyorum, bu işi bir an önce bitirip başka işlere başlamalıyım. Bu da benim sorunum işte.
Ömer’i düşünüyorum. Kendini montaj formeni, sonrada işletmede formen olarak düşlüyordur mutlaka. İyi bir ücrete kavuşacak sonra? Sonrası arabesk işte, ya da hayat mı yoksa. Bu dışa vurulan hırslar, üzüntüler, acılar etkiliyor insanı.
Diğer işçiler, karınca ordusunun neferleri; sessiz ve sakin bir bekleyiş içindeler, “ halledin derdinizi işimize bakalım, daha yapılacak bir sürü fabrika, fabrikalarda üretimler, inşaat yapıları, barajlar, hava meydanları, sulama kanalları var “ der gibiler.
Bizde halledeceğiz. Bu tip olaylar çözülecek şeyler olarak paketlenip önüme konalı yirmi yılı aşıyor neredeyse. Hepsi fabrikalarda insanlar ve makinalar arasında geçen yirmi yıl.