Okulun hemen gerisinde yükselen dağdan silah sesleri gelirken ön sırada bulunan öğrencilerimden biri yanındakine “Hoca korktu!” diye fısıldadı. O an bir tarafta ders işleyip diğer tarafta çıkan seslere kayıtsız kalamamıştı zihnim. Dalıp gitmiştim camın ilerisinde uzanan dağlara. Korkmanın dışında başka türlü duygular, düşünceler sarmıştı bilincimi.
Karşımda duran manzara şairlere pastoral şiir yazdırtacak cinstendi. Üzerinde küçük küçük ağaçlarla öbek öbek dağlar, bir doğa harikasıyım diyordu. Altından geçen yeşilin envaiçeşit tonuyla çevrili dereyi anlatmaya kelimeler bile yetmezdi. Adeta beni resmet diye haykırıyordu. Fakat bu büyülü atmosferi bozan bir detay vardı geri planda. Dağların tekinsizliği ve silah sesleri…
Bu kadar güzel bir tabiatın içimi neşe ve şevkle doldurması gerekiyordu. Lakin hüzünlüydü tüm belleğim. Yanlış giden bir şeyler vardı bu akışta. Bu denli tezatlık fazlaydı görünen manzaraya. Bana bakan tabiatın hiçbir köşesine iliştiremedim hüznün ve endişenin gölgesini.
İşin enteresan tarafı benim dışımda herkes kanıksamıştı bu durumu. Olağan bir güne uyanan, olağan bir hadiseye tesadüf eden insanlarla sarılıydı dört bir tarafım. Sesler duyulmaz, tekinsiz dağ görünmezdi adeta.
Bin bir türlü düşünceler geçiyordu ya zihnimden. Bunlardan biri de bu bayrağın alına al katmak için canlarını siper eden kınalı kuzulardı. Hasretlerini, sevdalarını ay yıldızın gölgesine emanet edip çökmüşlerdi dağın ensesine. Çünkü mevzubahis aşkların en büyüğüydü. Vatan aşkıyla tıklım tıklım olan kocaman yürekleri düşmana geçit vermemek için sarmıştı dağın dört bir yamacını. Onların varlığını hissetmek kuvvet vermişti tüm bedenime. Sonrasında o tekinsiz dağ, gözlerimin önünde yavaş yavaş hüviyet değiştirip Ergenekon kutsiyetine büründü. Selam olsun börülere, yiğitlere, alperenlere…