Şehir kaç tepe? Yedi, üç, bir, her biri bedesten. Kapıda karşılayan doymak bilmez bezirgân.Pazarda satılan ise bizatihi insan.Çeşitli renklerle donanmış tenlerdir sergilenen.Nesneler tükendi, ürünler kalmadı; şimdi raflarda ümitler, tezgâhta hayaller, kasada sevgiler, bezirgânın dilinde kelimeler!
Yusuf; u kaybettim Kenan ilinde
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz
Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz
Bu ne yaredir ki çare bulunmaz
Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz
Yunus öldü deyuselan verirler
Ölen beden imiş, âşıklar ölmez
Her şeyi tüketen insan, ömrünü bitiriyor, ömre bedel kelimeleri de tüketiyor.Hüsnütabirler, artık küskün tabirler. Geçicilik, hayatın tamamına sirayet etmekte, her şey kullanılıp atılan bir nesne haline dönüşmekte. Kullanılıp atılan ürünler, madde ile insan arasındaki duygu dolu bağı koparıp, insanı da maddeler dünyasında soğuk bir demir haline getiriyor:
Kullan-at pet şişeyi yaptı,
Şişede karalar köpürtülerek aklandı,
Hayatın tadı diye, baloncuklar yutturuldu,
Çağ onu yuttu, hayattan hatıra kalmaz.
Kınalı eller yoğurdu,
Ocakta yanan ateş pişirdi,
Yâr için açılan goncalar,
Yârdan evvel onun dudaklarıyla buluştu.
Lâkin kırıldı testi,
Döküldü ab-ı hayat,
Çatlayan toprakta kökler salmaz.
İnsan, gönlü gibi suları da kirletti,
Dargın ırmaklar dara çekildi,
Kırıldı çağlayan yataklar,
Denizi seraba çevirdi.
Suyun olmadığı yerde testinin manası kalmaz.
“Susuzam bir kez bu sahrâdamenüm’çün ara su” sesi,
Su bulunsa şimdi,
Gönül suya kansa bil ki,
Kendisi gibi topraktan olma testi,
Fuzuli olmaz.
Kültür, insanın kendi eliyle yaptığı her şey. Bilginin ve iradenin maddeyi şekillendirme gücü; kültürün özü. İnsan, ‘yapmak’ kadar ‘yıkmak’ özünü de taşıyor. Her yaptığını yıkmaya veya yok etmeye yönelen bir varlık; insan. Var ediş ile yok ediş arasında yaşayan beşer, kendi ölümsüzlüğünü maddede görmek isterken, kendisinin ölümüne müteakip, ayakta durmaya devam eden madde karşısında da tahammülsüz. Beşerden insana geçiş, sadece yaşamak değil, yaşatmak. Ölmeden önce ölmeyi bilmek; hakikati yaşamak. Lakin tüketim, bütün yaptıklarını yok etmek; ruhu ve bedeni için gıda haline getirip, öğütmek. Ve kendini yok ederek var olan kültür; popüler kültür.
Günümüz üretim ve tüketimi bir ‘kardan adam’ hikâyesi. Elleri üşüyerek ve ayağını sürüyerek ürettiğini, kendi eliyle yıkmak ya da güneşin merhametine terk edip, erimesini seyretmek. Karla birlikte eriyen: emek. Elde edilen kâr: öldürülen zaman.Aslında insanın bizatihi kendisi kardan adam.
Kültürün her sahasına yönelik olarak ortaya çıkan tüketicilik, kendisini sanatta da gösteriyor. Sanat hemen her dalı ile tüketime dayalı olarak ortaya çıkmaktadır. Ruhun gıdası olarak tarif edilen müzik, tüketicilikten payını almakta, yeni çıkan şarkılar, henüz daha bebeklik aşamasında iken öldürülmektedir. Bazıları doğuştan özürlü bulunan parçalar ise, özrü ile parlamakta, para kazandırmakta ama yok olmaktan kurtulamamaktadır. Geleneğin gücü ve birikimi ile oluşmuş olan parçalar ise yıllara değil yüzyıllara damgasını vurmaktadır. Nitekim Karacaoğlan’ın zülfü perişanı, hala melûlmelûl kalmaktadır. Bunu dinleyenler ise asırlardır O’nu, kerem edip hatırından çıkarmamışlardır.
Tüketime yönelik olarak bir şeyler yapma çabasında, aranan ya da oluşturulmaya çalışılan bir pazar söz konusudur. Bu pazarda yer kapma yarışı oldukça şiddetli cereyan ettiğinden, yer sahipleri kısa sürelerde mevkîlerini başkalarına terk etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Dolayısıyla hızlı bir dönüşüm gözlenir. Bu dönüşüme katılan her yeni, bir diğerinin yok olmasına sebep olur. Ya da bizatihi onu yok ederek koltuğuna oturur. Dolayısıyla, bu süreçte yapıcılıktan ziyade gözlenen yıkıcılıktır. Bütün bunlara karşılık, ölümsüz aşk, maddede can bulur; Taç Mahal olur.
Tüketime yönelik çabada pazar bulma kadar önemli olan husus “pazarlama”dır. Pazarlama faaliyeti de büyük bir nisbette geçicilik içerisindedir. Yine çoğunlukla göz boyama ve kısa dönemde geçici dahi olsa vurgun yapma gayesi taşınmaktadır. Akabinde ise kovulmaya ramak kala, pürtelaş bir kaçış vardır. Ölümü müteakip cesedin solgun yüzü yeniden boyanacak, ölüm kokusunu giderici kokular sürülecek ve canlıların canını alacaktır.
Bir ‘görünmez el’dir dolaşıp durur piyasada. Efendilik yapmak ister kıyasıya. Kimin eli kimin cebinde bilinir de, görünmezlik efsanesiyle ilahlaştırılan görmezden gelinir. Göze allı pullu kaftan giydirilse de görülür ki; kral çıplak. Tacı yok, ak değilse de akçesi çok!
***
Eskiden beri dünya “üç günlük” ise de bu insanın sonu değildi. İnsan sonu gelmeyecek dördüncü güne hazırlık yapıyordu. Öbür dünyaya ilişkin ebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azından azalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dışında her şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bulan, ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi, ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı tercih etmesiyle tersine dönüyor. “Her bir dertten ala yaman ayrılığı”, “benzetmek azdır ölüme” ve “ayrılık ateşten bir ok”tur. Lakin birlikteliğin olmadığı yerde ayrılık da olmuyor. Selvi boylu yardan ayrılan aşığın gönlü gamla, yasla dolarken, unutkanlıkla hayat sürenler için bir anlam ifade etmiyor:
Ne üzülür ne sıkılır
Sadece birazcık düşünür
Hemen yeni bir âşık bulunur
Yerin çok çabuk doldurulur
Sevgilimi koluma takarım
Bebekte üç beş tur atarım
Olmadı bi de sinema yaparım
Gördüğün gibi çok unutkanım
Kalıcılığı dolayısıyla, içerisinde hatıraların gizli olduğu eşyalar kalıcılığını yitirdiğinden beri insan, hatırasını kaybediyor. Gelinliğin kiraya düşmesi, o mutlu günün tekrar yaşanmasını ortadan kaldırıyor. Büyük annelerimiz, hâlâ çeyiz sandıklarından çıkardıkları gelinlikle, o mutlu günü hüzünlü ya da buruk bir gülümseme ile anarken, yeni nesil bu duygudan mahrum kalmakta.
Bir zamanlar oyalı mendillerin oynamış olduğu rol, kullanılıp atılan kâğıt mendiller dolayısıyla bugün sahipsiz kalmış. Madde bir zamanlar insanı maziye bağlarken, şimdi esiri haline getirdiği insanın elini kolunu bağlıyor. Önceleri madde insanı takip ederken, şimdi insan maddeyi takip eder hale gelmiş, sürükleniyor. Aşk, ten kafesinde seyirlik nesneye dönüşüyor. Bir yanda bedende aşkı yok edenler, öte yanda aşkta yok olanlar, hayâ perdesini yırtmadan, Fuzuli misali sırları inletenler:
Ol zahm eseri görindi mende
Biz bir ruhuz iki bedende
Bizde ikilik nişanı yohdur
Her bir tenin özge cânıyohdur
Sagınma ki oldur menem men
Bir cân ile zindedür iki ten
…
Mende olan âşikâr sensen
Men hodyohem ol ki var sensen
Dâim sana mendedür tecelli
Men gayrden olmuşum teselli
Ger men men isem nesen sen ey yâr
V’er sen sen isen neyem men-i zâr.
Davetin ancak birbirinden ayrı olanlar için mümkün, sevenlerin ise zaten bir olduğu anlayışıyla, kendisini yârinde yok edenlere karşı; daveti, ruha değil bedene yaparken, onuru yatakta ateşe verenler, çılgınca feryat ederler:
Bak yüreğime bak
Ateşimi gör, içimi hisset
Hadi hazırım yeter ki
Onursuz olmasın aşk
Gel sokağıma gel
Penceremi aç yatağıma gel
Hadi hazırım yeter ki
Onursuz olmasın aşk
Her şeyin nesneleştiği ve maddî hale geldiği bir dünyada, en derin hislerin anlatılmaz efsunu olan aşk yeniden tanımlanırken, gönülden gönle gizli olan yol, aşikâr kılınmak istenir. Artık gönül dağının yağmuru diner, ne kirpiğin oku ne sinedeki yara kalır; önemli olan dokunmak ve okşanmaktır:
Aşk dokunmak ister gülüm
Sevilmek, okşanmak ister
Aşk sevdiğini yanında ister
Kimi zaman dile gelip aşk
Dudaktan kalbe akmak ister
İnsan bedbaht olmayı eliyle, diliyle, beliyle bizatihi kendisi ister!
***
Madde âleminde yaşanan yok edicilik, manevî sahanın tamamında gözleniyor. İnsanın en kıymetli hazineleri, mirasyedi nesil tarafından pervasızca tüketilmekte, basitleştirilmekte ya da geçiciliğe mahkûm edilmekte. Ölümüne sevdalar ve ülküler gündelik ve bazen de anlık değişimlerin akıbetine uğramakta, tıpkı kullanılıp atılan bir mendil gibi, bir kenara def edilmekte:
Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım
Kader beni seçmedi ama görmemem lazım
Belki birden bire yeniden başlamam gerek
Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek
Yeni bir aşk yeni bir iş
Yine gülecek bir neden lazım
Yeni bir haber yeni bir kader
Bunlar için bana şans lazım
Yeni bir duruş yeni dokunuş
Tek tek keşfetmem lazım
Yeni bir hayat gerisi bayat
Kendime yeni bir ben lazım
Günler güzel geçmedi unutmam lazım
Asıp yüzümü kalmışım azcık kırtmam lazım
Hep içime atmışım anlatmam gerek
Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam gerek
Dostluk kavramı içerisinde bâkî olmayı barındırırken, yenilik peşinde koşan insan, eskinin her şeyinden sıkıldığı için dostluğu da eskimişliğe mahkûm ederek yeni arkadaşlıklar arama sevdasıyla büyük bir güvensizlik ortamında, anlık ilişkiler kuruyor. Küçük meselelerde, kullanıp atmaya alıştığı bütün diğer şeyler gibi, arkadaşını da atabiliyor. Zamanın icaplarına uyayım endişesiyle asırlık çınarları devirmekten bir lahza çekinmeyip, yerine iklimi belli olmayan körpecik fidanlar dikiyor, lâkin onun da gelişip serpilmesine sabredemeden kökünden söküp atıyor. Reklamlarda ifadesini bulan şekliyle hâlâ annesinin margarinini kullanmaktan utanıyor, her seferinde -aslında çok eski bir kelime olmasına rağmen- başına yeni bir “yeni” eklenen ürünlere yöneliyor. Mümkün olsa sadece annenin margarini değil bizatihi annenin kendisi de değiştirilecek. Öyle ya siz hala eski annenizi mi kucaklıyorsunuz! Ve çocukluk yıllarımda duyduğum o ses: “Eskimiş çoraplarınızı atın jil geliyor”.
Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi. Sevgi âdeta eskicinin seyyar arabasına düşüyor. Yakında dışarıdan şöyle bir ses gelirse hayret etmemek gerekir: “Sevgiler alırım, sevgiler satarım, hayda eskici geldi, eskiciii!”.
Önemli olan ne derdiyle yaşamak ne de ona derman aramaktır. “Lokman Hekim gelse yaram azdırır” diyen sanatçı ona yabancıdır. Zira unutmayı yol edinmiş bireyin “nazlı yârin hayali karşımda durur” sözüyle yüklenebileceği hiçbir anlam yoktur. Onun için önemli olan boşvermek ve unutmaktır:
Her gece her gece dağıtıyorum
Aşkları acıları dertleri tasaları
Boşverdim önüme bakıyorum
Çıkarıp üzerimdeki sıkıntıları
Bir birkirliye atıyorum.
Özel bir ifadeyle:
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivilcelerin.
Bir de dedemin anlattığı hikâye geliyor aklıma ve derin bir âh çekiyorum. Yoksa güle âşık olan bülbülün figanı da mı eskidi? Artık güle nâğme dizecek bülbüller de mi kalmayacak? İşte gül aşkının kanlı hikâyesi: Hocası talebesinden bir sarı gül ister. Talebe gül bahçesine gider, lakin bakar ki hiç sarı gül yok. Güllerin hepsi beyaz. Oracığa oturup, kara kara ne yapacağını düşünürken, bir bülbül gelir ve derdini sorar. Derdi dinleyen bülbül, çocuğa arkasını dönmesini söyler. Ben susunca gülünü al git der ve ötmeye başlar. Bir müddet sonra bülbül susar. Çocuk döner bakar ki gül sararmıştır. Gülü alır götürür hocasına. Hocası memnun olur, lâkin bir de pembe gül ister. Talebesi yine bahçeye gider, yine bülbül gelir ve derdi dinleyen bülbül, yine arkanı dön der. Uzun uzun öter. Ak gül pembeleşir, talebe pembe gülü alır, hocasına götürür. Hocası, pembe gülü getiren kırmızıyı da getirir der. Çocuk yine bahçeye gider, bülbüle derdini söyler. Bülbül derin bir âh çeker. Çocuk yine arkasını döner. Bülbül öyle bir figana başlar ki, çocuğun gözleri yaşa boğulur. Bülbülün feryadı bitmez de bitmez. En nihayet ses kesilir. Çocuk döner, bakar ki gül kan gibidir. Ancak bülbül yerdedir. Görür ki bülbül tırnağını bağrına takmış, bağrını yarıp güle kanını akıtmıştır. Yoksa şimdi bu gök kubbede bu sâdâyı aramak bir hâyâl midir?
Ağlayan biz miyiz, yoksa bülbüller mi? Matem gözyaşları, Akif’in kaleminden damlar tek tek! Feryat Akif’in mi bizim mi?
“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun”
Ötme bülbül ötme şen değil bağım.
***
Sevgili mi, en sevgili mi? Yoksa zaten sevgili en sevgili mi? Dile düşen sevgili, dildedir; göze düşen, gözde; gönle düşen, gönülde. Dile düşen dilden düşer: sözdedir; göze düşen gözden düşer: gözdedir; gönle düşen, gönül tahtının sahibidir, gönüldedir. Gönlü O yapar, gönül O’ndan gelir, gönül O’nun ateşi ve ışığıdır. Beşerî güzelliklerin âbideleri elbette dile düşer, uslanmaz deli gönlün Hakikati aramasının çığlığı olur, dinmek bilmez feryadı olur, ta ki gönül “olunca”ya kadar. “Ol” emrine mahzar olan gönül hakikatin dilsiz, hâl lisanıdır. Lisan-ı hâlden anlayanlar hemhal olanlardır. Sevgiliyi diline dolayan onun hamalı, sevgilisini gönlüne saran onun hemhali; hamallar sevgilinin mahkûmu, hemhaller ise yegâne Sevgili’nin meftunu.
Ol emrinin muhatabı Mevlana, bir meftun; nasihati, hemhaller için:
“Oraya gitme demedim mi sana,
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben’im?
Bir gün kızsan bana,
Alsan başını,
Yüz bin yıllık yere gitsen,
Dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?
Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, en güzel sıralama ile sunulur, Sevilen; Sevgilidir, O’nun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır; sürgünden kurtuluş için Sezai Karakoç’un kelimeleri sevgilinin ayaklarına kapanır:
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim…
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili”
Neredesin ey güzel,
Güzele benzeyen değil,
Kendisi güzel.
O güzele, Âşık Sefil Selimî için bütün gidişler güzel:
“Yar senin yoluna mayın dizseler,
Üstüne, aşkımla basar gelirim.
Parçalayıp yüzüm yüzüm yüzseler,
Derimi duvara asar gelirim.”
Ey şehri bedestene çevirip, beden pullayan bezirgânbaşı,
Her dem yeniden doğarız
Bizden kim usanası
Gülü gül ile tartıp,
Gülümse ey medeniyet.
Bülbülüm allar seni.