Savaş; istenen,
arzu edilen bir şey değil. Fakat gerektiğinde kaçınılmayan ve kaçınılmaz olan
bir eylem! Taarruz / saldırı, zabt / ele geçiriş ve baskın gibi aktivite /
etkinlikler; hoş, güzel, faydalı aksiyon ve hareketler değil. Üstelik acı,
keder, kayıplar, elden çıkarma gibi nice maddî – manevi zararlara giriftar /
esir eden; aslında insana yakışmayan davranış özellikleri.
Madalyonun bir
tarafı böyle acımasızlıklarla dolu iken, diğer yanı nefsi müdafaa / kendini
savunma, vatanı koruma, şeref ve haysiyetini muhafaza gibi ulvî / yüce, manevî
hasletlerin kendini gösterdiği bir manzara olarak karşımıza çıkmakta.
Savaşı irdeler ve
incelerken şu hususları da dikkate almak lâzım: Evet bazı savaşların zahiren /
görünüşte; zabt, tecavüz / saldırı, baskın, kuşatma gibi görüntü verişlerinin
altında; bir milletin nefsini müdafaa / kendini savunma gibi çok ulvî / çok
yüce, çok elzem / çok gerekli / vazgeçilmez; yerinde bir anlayış, bakış ve
yorumlar da bulunmaktadır.
Evet, bazen
savunma, korunma, kendini emniyete alma durumu; saldırı, fetih, zabt, baskın
şeklinde tecellî ederek kendini gösterir. Dışı sert kabuklu, sık dikenli fakat
içi tatlı meyva gibi. Düşmana fırsat vermemek, kazanabileceği ümidinden onu
uzak tutmak için.
“Hazır ol cenge,
eğer istersen sulh u salâh.”
Sulh ve salâh /
barış istiyorsan, savaşa hazır ol.
Güvencesine
sarılmak lâzım. Yani caydırıcı olmak icap eder.
Türkler Asya’dan,
Moğol saldırı ve tacizlerinden kurtulmak için, Anadolu’ya geldikleri gibi,
Osmanlı Devleti de, Anadolu’da rahat bırakılışını; Balkanlara doğru yayılmakta,
İtalya’ya doğru sarkmakta, Viyana kapılarına dayanmakta görmüştü. Çünkü en iyi
müdafaa taarruzdur. Düşmanın harekete geçmesine fırsat vermeden gerekeni
yapmaktır.
Aslında
Osmanlı’nın Batı ve ileriye doğru akınları; halkın geride rahat yaşamasının bir
gerekçesiydi. Çünkü Batı, Türkleri değil Balkanlardan; Anadolu’dan da atmak,
kovmak ve yok etmenin devamlı arayış ve fırsat kollayışları içinde olmuş. Bunun
için hazırlandıkça hazırlanmıştır.
Maalesef bugün de,
vaziyet dünden farksız değil. Çok müteyakkız / uyanık olmak zorundayız.
Nitekim Osmanlı
Devleti de, bu gidişe dur demek, düşmanı; topraklarımıza zarar vermekten
alıkoymak için ileri, hep ileri gitmeyi;
halkın ve çoluk çocuğun zarar görmemesi için şiar / âdet edinmişti.
Bundan dolayı
“Balkanlarda ne işimiz vardı?” “Osmanlı niye fetih üstüne fetihlerde
bulundu?” gibi, haklı sanılan yorum
tarzları yanlış ve yersiz olup, tarihimize bakışta, gaflet ifadesinden başka
bir şey değildir.
x
Müşahhas / somut
olarak tarihî bir misal / örnek verecek olursak:
Meselâ Mekke’nin
fethi; Medine’de sulh ve selâmet içinde, tehditlerden uzak, rahat bir yaşayış
için, yapılması zaruri / zorunlu bir teşebbüsten başka bir şey olmayan, elzem
bir fetih hareketiydi.
Çünkü Hz. Muhammed
ve Müslümanlar; Mekkelilerin tehdidi altındaydılar. Her an yapabilecekleri bir
baskın ve saldırı endişesi içinde; evlerinde rahat uyuyamaz, rahatsız edici bir
ruh hâli içindeydiler. Kılıçları ellerinde, yani her an tetikte olarak
sabahlıyorlardı!
Elbette Hz.
Muhammed ve Mekke’den Medine’ye hicret etmiş / göçmüş olan Müslümanlar;
çocukluklarının geçmiş olduğu Mekke’yi özlüyor ve onun hasretiyle yanıp
tutuşuyorlardı. Durum bu merkezde olmasına rağmen, Mekke’nin fethine onları
Mekkeliler icbar etmişler, mecbur bırakmışlardı.
Çünkü Medine’de
huzur içinde yaşamaları; Mekke’nin fethinden geçiyordu.
Evet Mekke’nin
fethi, hayatî bir zaruretin icbariyle gerçekleşmiş.
Müslümanların
kendilerini müdafaa ve savunmalarının bir gereği olarak zuhur etmiştir.
x
İslâm’da fetih
hareketlerinin; yukarıdaki gerekçeler dışında, ayrıca insanlığa hak ve hukuku
götürmek, Hak Din ile insanları buluşturmak gibi, bir de insanî ve dinsel yönü
vardır ki, bu ayrı bir yazı konusudur.