Şaşılacak Bir San’at Eseri

19

     İnsan en güzel surette yaratıldığı, ona gayet geniş bir kabiliyet verildiği için, Cehennemin en alt tabakasından tâ Cennetin en yüksek mertebelerine, yerden tâ arşa, zerreden tâ güneşe kadar dizilmiş olan makamlara, mertebelere, derecelere, aşağı çukurlara girebilir ve düşebilir bir imtihan / sınav meydanına atılmış; nihayetsiz düşüş ve yükselişe giden iki yol önünde açılmış; bir kudret mucizesi,  bir yaratılış neticesi ve şaşılacak bir san’at eseri olarak bu dünyaya gönderilmiştir.

Allah İbadete Muhtaç Değil

     Cenab-ı Hakk, kulun ibadetine muhtaç değil. Hem hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat kul, ibadete muhtaç! Çünkü mânen hastadır. İbadet ise, kulun mânevî yaralarına bir tiryak / bir ilaç hükmündedir.

Va’dinden Dönmek

     Hiç mümkün müdür ki: Mutlak Alîm / sonsuz ilim, Kadîr-i Mutlak / sonsuz kudret sahibi olan, şu san’atlı varlıkların Sâni’i / sanatla Yaratanı; bütün peygamberlerin haber verdikleri ve bütün evliyâ / velîlerin fikir birliği ile tekrar tekrar şehadet edip şâhit oldukları mükafat / ödül ve ceza vereceği hakkındaki sözlerini; yerine getirmeyip, hâşâ, acz ve cehlini göstersin?

     Halbuki mükâfât vereceği ve cezalandıracağı hakkındaki emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve kendisi için, pek kolaydır. Geçmiş baharın hesabsız varlıklarını, gelecek baharda kısmen aynen, kısmen benzeriyle iadesi; yeniden yaratması kadar kolaydır. Verdiği vaat ve sözün gerçekleştirilmesi ise, hem bize, hem herşeye, hem kendisine, hem tüm kâinatı terbiye edişindeki saltanatına pek çok lâzımdır. Va’dinden / verdiği sözden dönmek ise, hem iktidarının izzetine zıttır, hem herşeyi kuşatan ilmine aykırıdır.

ŞEYTANLARIN YARATILMASI

     Şeytanların kâinatta icat cihetinde hiçbir müdahale ve karışmaları olmadığı, hem Cenab-ı Hakk rahmet, inayet ve yardımıyla, Ehl-i Hakk’a tarafdar olduğu hâlde, şeytan tarafdarlarının çok defa Ehl-i Hakk’a galebe etmesi / üstün gelmesinin hikmeti nedir ve Ehl-i Hakk, her vakit şeytanların şerrinden Allah’a sığınmasının sırrı nedir? diye sorulacak olursa, deriz ki: Hikmet ve sırrı şudur ki: Çoğunlukla dalâlet / sapık yol ve şer / kötülük, menfîdir, tahrib ve yıkımdır. Yokluktan ibarettir, bozmaktır. Ekseriyetle hidâyet ve hayır müsbettir, varlığa dâirdir, imârdır, tâmirdir. Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı bir adam, bir günde tahrib eder ve yıkabilir.

     İşte bu sırdandır ki, dalâlet / yanlış yol ehli ve kötülük sâhipleri; hakîkaten zayıf bir kuvvetle, pek kuvetli Ehl-i Hakk’a bazen gâlip oluyor. Fakat Ehl-i Hakk’ın öyle sağlam bir kalesi var ki, ona sığındıkları zaman, o müthiş düşmanlar, onlara yanaşamazlar ve bir halt edemezler. Eğer muvakkat / geçici bir zarar verseler bile; güzel âkıbet / güzel sonuç, şüphesiz takva sahipleri / Allah’tan korkup doğruluktan ayrılmayanlarındır sırrıyla, ebedî bir sevap ve bir menfaatle o zarar telâfi edilip giderilir. O sağlam kale ise, iki cihan güneşi olan Hz. Muhammed’in yoludur.

İki Büyük Hareket

     Hz. Âdem zamânından beri, insanlıkta iki büyük hareket; birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, dünya ve âhiret saâdetine mazhar olan peygamberler, sâlihler ve mü’minlerin doğru yollarıdır. Bunlar kâinattaki, kâinatın hakîkî güzelliğine ve intizam ve mükemmelliğine uygun olarak istikamette hareket ettiklerinden; hem kâinat sâhibinin lütuflarına, hem iki cihânın saâdetine mazhar olup, insanı melekler derecelerine, belki daha yukarısına yükseltmeye vesîle olarak, dünyâda îman hakîkatleriyle mânevî bir Cennet, âhirette ise yine bir saâdet kazanmışlar ve kazandırmışlar.

     İkinci cereyân; istikameti bırakıp, aşırı gitmek veya geri durarak; aklı bir azâba vesîle ve elemler toplayıcı bir âlete çevirdiklerinden; insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp, dünyada zulümlerine mukabil İlahî gazâbı ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalâletleri cihetinde, akıl alâkadarlığıyla; kâinatı umûmî bir hüzün ve mâtem yeri ve ayrılıp giden canlılar için bir mezbaha ve bir kesim yeri ve gâyet çirkin ve karışık görür, rûhu ve vicdânı dünyâda mânevî bir Cehennem’de olur. Âhirete ise dâimî bir azap çekmeğe kendini müstehak eder.

Önceki İçerikTürk Milliyetçiliği Kavramı
Sonraki İçerikEy Türkler!
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.