Şair ve Şehir

116

 

Şair akıl kalemini batırır kalp hokkasına allar kelimeleri.Gönülde demler sözü, muhabbetle süzer, kâğıdın teline serer. Şeyh Galib, kimliğini kalemiyle yazar; “Şair demek ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe suz-i derdlâzım”dır. Bir manada insanı şair yapan derdidir. “Dertli ne ağlayıp gezersin burada, ağlatırsa Mevla’m yine güldürür” diyen Yunus’un iniltisi aşktan doğar:

Dolapniçininilersin

Derdimvardırinilerim

Ben Mevla’yaaşıkoldum

Anıniçininilerim

Muallim Cûdi Efendi kelimelerini inciler arasından seçer ve “Şair hazinedârıdıresrâr-ı hilkatin” der. Zira şair kalbine yaslanan, ellerini göğe açandır. Kul elini göğe açar, Allah onun gönlünü açar. Gönül, hazinelere maliktir. Hazinedar, ancak kıymeti bilen kişidir. O da evvela kendini bilendir. Ya hazinelere malik viraneler!

Aziz Bey'in kalemi ise ketumdur, söylenebileceklerle söylenemeyecekleri ayırt eder: Ehl-i irfan söylemez her hâlini/ Hal olur izharı var ihfâsı var. Elbette her hali veya her derdi, herkes anlasın diye söylemek de mümkün değildir. Şair bir kelimede birkaç imada bulunandır. Herkes arifliğinisbetinde manaya erer. Kaldı ki, Nefi gibi"Derdim nice bir sînedepinhân ederim ben/ Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben", derken gönlünde yanan volkanın ateşi bir ah ile püskürüverir, dokunanı yakar, küle çevirir.

Yenişehirli Avni Bey için şair iki âleme de gizli olan mukaddes bir boşlukta, gözlere görünmeksizin uçan bir hüma kuşudur:Şâir o hümâdır ki iki âleme pinhân/ Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü’t-tayerândır. Şair, gizli olanı söz ile aşikâr kılmak ister.Lakin ona erişebilmek biraz kısmet meselesidir. Meğer ki kuş, başa kona!

Şair, her zaman doğruyu söyleyen kişi olmayabilir. Zira bazen abartır, bazen gördüğüne gönlünden ikramda bulunur ve latif ilaveler yapar: Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki şair sözü elbette yalandur. Yalanı doğru söylemek de yine şairde bulunur.

Akif de şairliğe“işsizlerin en maskarası” derken, iki yakasından tutup, oldukça hırpalar şiiri. Şuara denilince keskin bir bıçak oluverir dili:

Hangi san’atterüsûhun göze çarpar?Anlat!

Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı?

-Hayır.

-Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır.

-Şâirim.
-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!

Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.

Af edersin onu!

-İmkânı yok etmem, ne demek!

Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?

Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne,

Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.

Ama pek hırpaladın şi’ri…

-Evet, hırpaladım:

Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,

Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.

“Ş’uarâ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim.

İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,

O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.

Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri…

Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri

Bu sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak,

Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!

Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.

-Vâkıâ “innemine’ş-şi’ri… ” büyük bir ni’met;

Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.

Ben ki Attâr ile Sa’dî’yi okur, hem severim;

Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.

Hem senin şi’remüdâfi’ çıkışın ma’nâsız:

Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.’

Kimi mevlidci diyor…

Âh olabilsem, nerde!

Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.

-Kimi bid’atçi diyor… Duyduğum en çok bunlar.

Üstad da şairliği cüce varlıkların işi olarak görüp, gölgeler âleminden birliğe yükselmeyi hedef edinirken, yine de şiirin kanatlarını takar kelimelerine ve gönlümüze uçuruverir:

Kaçır beni âhenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

Şairlik iddiasında olan cüceler de var:

Ben şairim,

Sen benim güzelim.

Kalem benim elimde,

Seni istediğim gibi resmederim.

 

***

Geçmiş neslin âbide şahsiyetleri, akılda üretip, gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet süzgecinden geçirip, nota nota sıraya dizdiler. Musikiyle izdivaç eyleyip, gök kubbeye hediye eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler. Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar. Evvela kalplerine ilhamın dolmasını beklediler; söylemiş olmak için söylemediler:

Yazilhamdiyeni,

Yolözüdolanıpbulacakseni.

Kalbini, beynininahakyormasen.

Amandır, kendindenyoluydurmasen.

Yenilikhatırınayazmaktansakın,

İlhamdıryaratansanatı, şiiri.

Yağmakhatırınayağanyağışın

Ne bağaheyrivar, ne dağaheyri.(BahtiyarVahapzade)

Gönül berraklığı, nahoş olanları ifade ederken bile, süzgecinden geçirip aklaştırmış: Kelâm-ı kibar. Zaten güzel olanlar ise nura garkolmuş. Şimdi, “sinede yük olan paslı yürekler”den geçen, güzelliğe dair olanlar bile, dışarıya paslı olarak dökülmektedir.

Bir yanda davul gümbürtüsü ile konuşanlar, diğer yanda ney gibi, hayâ perdesini yırtmadan, sırları inletenler.

Kelimeden balonlar mı uçurduk

Gök kubbeye;

Şişkin

Lakin içi boş,

Rengarenk

Ama sunî.

Bir küçük dikenle patlayıveren,

Güneşin gülümsemesinde sönüveren,

Diğer tarafta yediveren.

Rengarenk,

Kadife tenli,

Güneşe gülen,

Dikeni kendinden.

Şairin sesi ruhunun derinliklerinden gelir. Goethe’nin kalemi şöyle yazar: “Ziyafet sofrasının artıkları ile geçinen adam hiçbir zaman efendi olamaz. Edebiyat bir kabiliyet işidir sonradan kazanılamaz. Eğer, ağzınızdan çıkan sözler ruhunuzun derinliklerinden fışkırmıyor ise; dinleyicilerin kalplerine tesir edemezsiniz. Başkalarından duyduklarını veya kitaplardan okuduklarını tekrarlayan adam, maymuna benzer ve ancak çocukları güldürebilir.”Kaldı ki tekrar şairin işi değildir. Fuzûlî’nin dediği gibi “Eylesen tûtiyeta’lîm-i edâ-yıkelimât/ Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz.”

Şair, anlatılmayanları anlatandır; dili lal olanların sesidir:

Üstad elinde ser-te-ser âhenk olur lisan

Mızrâba ses verir kelimâtıyle tel gibi

Elhân duyulmadıkça belâgat girângelür

Lâf ü güzâftanmütehassıl kesel gibi (Y. Kemal)

Yazar, toplum denilen toprağı kalemiyle çapalar. Tohumu, semaya boy versin diye serper. Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum toprakta can bulur. Toprak onu kendi canıyla besler. Tohum kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere daldıkça, özüne öz katar ab-ı hayat. Yazar, gönül güneşi ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut olur, bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur olur, sağanak olur, kar olur.

Söylenmedik sözün kalmadığı gök kubbede, söylenmişleri bulmak oldukça güç. Şimdi gök kubbe küskün. Hasretle baki kalacak hoş sadâları bekliyor. Gök kubbeye içimden şöyle seslenmek geliyor:

 

Ey dünya başının tâcı

Gök kubbe

Yuttun bütün hoş sadâları

Yuttun.

Geri vermemek için

Nefesini tuttun.

Sadâların hoşları kaçtı

Birer birer

Kara yeryüzünden

Havalandı aniden

Duyulmadı kanat sesleri.

Sakladın gök kubbe

Sakladın

Yıldırımlarla sûretini

Gürültünle sesini

Çıkardın kuşağını

Saldın üzerimize bir duman

Efendim aman.

Şairin dediği gibi “gül nerde bülbül nerde, gülün yaprağı yerde”. Cemiyet, yaprağı yerden kaldıracak nesli bekliyor.

 

***

Toprak aşkın teri ile yoğrulur, taş taş üstüne konulur, içinde hayat bulunur. Sular gönül gibi akar, iki yaka arasına köprü kurulur. Allah’ın huzuruna vardıkta şehadet parmağı kalkar, minare göğe doğrulur. Geri gelmeyen dualar okunur, cihannümalara tekbirlerle doldurulan kubbeler kondurulur. Demir, yürekte yakılır, örste dövülür, Mevlana ile sema dönülür. Çoklukta birlik olunur, herkes gelir şehir kurulur. Taşu toprak gönülde can bulur,dil candan konuşur şair olunur.

Şair, şehirde yaşayan değil, şehri gönlüne alandır. Yaşadığı diyar, onun için ete kemiğe bürünmüş bir yardır;eşi benzeri yoktur, aşk derdine devadan gayri her şey vardır. Nedim’in göz bebeğine yerleşen İstanbul, paha biçilemeyen bir mekândır:

Bu şehr-istanbûl ki bî-misl ü bahâdır

Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.

Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.

Mekân, mazi ile istikbalin halde yaşandığı yerdir. Şehir, tarihin görünen yüzüdür, bazen asık suratlı bazen de güleryüzlüdür. Aslını ve manayı unutanlara kendisini hatırlatır. Bir zamanlar hendeseden abide zannedilen mimari yapılar, mananın göğe yükselişinin mekânı olduklarını göstererek, ferdi kendi iç âlemlerine seyahat etmeye davet eder. Şair bir bayram namazı, hendeseden abide zannettiği gökkube altındaki cumhura bakarken, cedlerin mağfiret iklimine girerek huzura erer.

Zaman her şehirde bir başka akar. Şair için Bursa’da zaman billur bir âvize olur. “Orhan zamanından kalma bir duvar/ Onunla bir yaşta ihtiyar çınar”. İhtiyar çınara sırtını dayayan genç şair şehrin köklerine indikçe, mekânda dal budak salan kelimeleri semaya boy verir.

Bir garip Orhan Veli’dir şair, kâh Urumeli Hisarına oturup bir türkü tutturur, kâh gözlerini kapatır ve yaşadığı şehri dinler. Hafiften esen rüzgâr eşliğinde, yükseklerden gelen sürü sürü kuşların çığlıklarını, sucuların hiç durmayan çıngırak seslerini, çekiç seslerini, türküleri, küfürleri velhasıl şehir hayatının fısıltılarını ve feryatlarını mısralarında bize duyurur.

Yahya Kemâl, “bir hayali asra dalan ab uyanmasın” diye aheste çeker kürekleri, kamaşsa da gözleri, bir tepeden şehre bakar, bestekâr efsunlu güzellikleri Türkü diye yakar:

Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!

Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Yavuz Bülent Bakiler ise İstanbul’a “can evinden bakan”lardandır. Kelimeleri candan cana ram olur:

Can evimden baktım sana İstanbul!

Rüzgârların anamın duâsı kadar serin.

Beyaz şamdanlar gibi yükseliyordu

İnce, kalem kalemminârelerin.

Şehrin serseri kaldırımlarında, yeryüzünde yalnız ben derbederim diyen, kaldırımların emzirdiği şair yürür. Kaldırımların kara sevdalı eşi, esrarlı bir uykuya dalıp, şehrin sokaklarında ölmek ister.  Dirildiği mekân ise ay ile güneşin ezelden beri orada yaşadıkları İstanbul’dur:

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;

O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle,

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.

 

***

Şehir insanın sürekli “ol”duğu mekândır. Nagehan ol şara varan, ol şarı yapılır görürken sadece seyirci değildir. Kendisi dahi bile yapılır taşu toprak arasında. Öyle ki Yunus’un diliyle “İşbu vücut şehrine her dem giresüm gelir”. Ariflerin sözünden cahiller anlamasa da söz, şehrin pazarında para eder, taşa bile biçim verilirken, âşıkların kanı sebil olur:

Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan âresinde

Bakıcakdîdar görünür ol şârınkenâresinde

Nâgehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

Ben dahı bile yapıldım taş u toprak âresinde

Bina yapmaktan, yapılmaya fırsat bulamayan bir nesil! Bir yanda taşı gönül ocağında pişirip, aşk ile birbirine bağlayan şehre sevdalılar; öte yanda aşkı olmayan taş gönüllerle inşa edilmiş binalarda taşlaşanlar! Bulutlara yaklaşmayı, göğe yükselmek zannedenler. Olmak yolunu kaybettiklerinden, sahip olmaya meyledenler ve kaybettiklerini beyaz cam arkasında arayanlar:

Dolaşıyorum gecenin karanlığında

Loş, nemli o sessiz sokaklarında

Perdelerin arasından mavi ışık sızmakta

Bütün diller suskun

Hayatın tamamı durmakta

Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.

 

Dönmüş bütün bakışlar bir yöne

Dolmuş bu mavi ışık tek gönüllere

Gerçek dünyada tabiat elemlerle

Sokaktaki köpekler susmuş bile!

Her yanda aynı görüntü nafile.

 

Ölmedim hayattayım şu an

Gerçek bir ışık arıyor gözlerim her an

Zihinler doğuştan boş bir ekran.

 

Perdeli odanın dışında

Gecenin ölümcül karanlığında

Unutulmuşluğun karşılığında

İnsana sırt çeviren dünya

Bütün bu insanlar mı yalnız

Sadece yalnız olan ben miyim yoksa!

 

Tabiatta yapraklar yine sararır

Akşamlar kızıllıktan sonra

Eskisi gibi yine kararır

Güneş yine ümitlerle doğar

Yine kederlerle batar

Ekran göstermemişse neye yarar!

 

Güneş son bir defa batarken

Son kızıllık nihai hüzün olmuş

Denize düşen alevi ekran yutarken

Mazideki görkemli aşk unutulmuş

Şimdi güller de solmuş

Yalnız ses ve ışıklar kafese dolmakta

Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.

,Şair İsmet, Özel bir güzellik katamaz şehre kendinden. Şehrin insanı olmakla bir tutar ihaneti ve kaypaklığı. Şehrin insanı bozuk paraların, pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin insanıdır. Şehir, adeta kötülük doğuran bir iblistir:

Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata

görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını

yerimi yadırgadım

yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka

çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı

durmadan bir beyaz aygırla taşardım derin göllerden

bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara

güneşin zekâsıyla doymak isterdim

kaba solgun kâğıtlar sunardı

şehrin insanı bana


şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin

kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin…

Lakin doğan da doğuran da insandır. Çift oluktan akan nur ve kir insandandır ve insanadır. Cehenneme elini uzatıp, ateşten tuğlalarla evini ören de, semadan rahmeti davet edip, kubbeyi çatan da insandır.

Şairin gönlünün görünür mekânıdır şehir. Yitirilmiş ilhamların cennet mekânını vesveseler mi işgal etti? Zahir!

“Ah ne yer ne yar kaldı, gönlüm dolu ahu zar kaldı”. Yer sarsıldı, olmamış yapılar titredi toprağa döndü, hüznün yüreği çarparken düşte daüssıla kaldı. Ümide gelince:

“Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinandır

Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!”