Safahat’ın Fendi veya Akif’in Serancamı

46

Mehmet Akif Ersoy’u kastediyorum. Doğumundan 144 sene, vefatından 81 yıl sonra da olsa hatırlanıyor. Safahat tekrar tekrar basılıyor, okunuyor. Mehmet Akif Ersoy ile alakalı programlar yapılıyor. Mehmet Akif’in hayatına şöyle bir göz ucu ile bakıyorum da neler neler yaşamış. Mısır’a Abbas Halim Paşa’nın davetiyle  Kahire Üniversitesi’nde Türkçe dersleri vermek üzere gittikten sonra(1924) Türkiye’de siyasi bir tercihle İstiklal Marşı okullarımızda okutulmuş ama, lehinde görüş belirtmek öyle değil. Görmezden gelinmiş. Sessiz kalınmış. Safahat kitabının telif haklarını varislerinden satın alan gayrimüslim bir yayınevi tarafından defalarca basılarak neşredilmiş. Orijinaline de sadık kalınmış. Fedakar üç beş dergide Serdengeçti, Sebilürreşat, Toprak, Yeşilnur, Hilal, Oku gibi yayın organlarında Akif’den bahsediliyor, şiirleri unutturulmuyor. O kadar!

Parlamentomuzda ise 1974 yılına kadar Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı konularında herhangi bir etkinlik, gündem dışı konuşma falan da görülmüyor. Ta ki milliyetçi, muhafazakar bilinen öncü milletvekillerinden mürekkep partiler meclise girene kadar. Bundan sonra artık TBMM’nde her 12 Mart ve 27 Aralık’ta özel programlar gerçekleştiriliyor.

Programalarda Ne Var Ne Yok?

TBMM’nde en son 22 dönem, 5. Yasama yılındaki 99. birleşimde (4 Mayıs 2007)) Başkan Sadık Yakut, katipler Bayram Özçelik ve Mehmet Daniş yönetiminde gerçekleşti. Bu oturumda Yakup Kepenek, Avni Doğan, Recep Garip, Haluk Koç, Mehmet Atila Maraş, Mevlüt Aslanoğlu, Ahmet Işık, Atila Koç(Kültür ve Turizm Bakanı) Asım Aykan, Mustafa Gazalcı, Erdal Karademir, Enis Tütüncü, Nevzat Yalçıntaş, Alaattin Güven, Sami Güçlü, Ümmet Kandoğan, İbrahim Köşdere ve Sabri Varan birer konuşma yaptılar. Bu bileşimi takip etmiştim.

Gerekçesi de İstiklal Marşı’mızın kabul edildiği tarih ve Mehmet Akif Ersoy’u anma gününde bütün kamu ve kuruluşlarının öncülüğünde halkımızın ve sivil kuruluşların iştiraki ile anma törenleri düzenlenmesine ilişkin kanun tasarısının kabul edilmesiydi.(Kanun no; 5649, kabul tarihi 04.05.2007)

Bunda sonraki toplantıda ise TBMM Tören salonunda(12 Mart 2008)  TBMM Başkanı Köksal Toptan ve Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Rektörü Prof. Gökay Yıldız birer konuşma yaptılar. Bu tarihten itibaren parlamentoda Akif konusunda konuşmalar yapılmadı. Dışarda diğer resmi ve sivil kuruluşların iştiraki ve programlarıyla söz konusu gün ve Akif için etkinlikler düzenleniyor. Yerel yönetimler bu programların başını çekti. Bunun için kaynak ve kadro aktardılar. Safahat şiirleri tümüyle veya kısmen 26 dile tercüme ettiren, 20 kadar film çeken, bir o kadar kitap yayınlayan, 13 uluslararası sempozyum düzenleyen Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı gibi sivil toplum kuruluşları kendi imkanları içinde programlarını gerçekleştirdiler.

Parlamentodaki programlarda bir ciddiyet ve sorumluluk vardı. Bu programlar yerel yönetimlerce yapılmaya çalışılınca tamamen popülist yaklaşımlar içinde gerçekleşti. Bazı sivil toplum kuruluşları da kamudan aldıkları kaynağın önemli bölümü kendi bütçelerine kalsın diye topluma yansıyan etkinlikleri beklendiği gibi olmadı.

Olmaz Olmaz Deme, Olmaz Olmaz De!

2011 Akif Yılı ilan edildi Türkiye’de. Ancak hiç bir ses soluk çıkmadı, heyecan görülmedi. Mehmet Akif’e bir anıt mezar bile yaptırılmadı. TRT bir film çekmedi. Eskileriyle toplumu oyaladı. Özel film şirketleri alaka duymadı. Oysa bütün dünyada bunun örnekleri vardır. Safahat’ın 70 yıl sonra telif haklarının kamulaşmasının ardından özellikle yerel yönetimler bol bol Safahat bastı. Hakim olan politika popülizmdi. Herkes Akif’in doğrularının arkasına saklanıp kendini öne çıkarıyordu. Zalimler bile “zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” diye Akif’in dizeleriyle teselli oluyorlardı. Günümüzde de Türkiye Gazetesi grubunun başını çektiğiSultan 2. Abdülhamit modası başlatılarak Mehmet Akif düşmanlığı yayılmaya başlandı. Sizin “hem Akif’i, hem göksultan 2. Abdülhamid’i seviyorum” deme özğürlüğünüze saldırıldı. Akif adına noel şiirleri uyduruldu. Bazıları vicdanlarından artık soyutlanıyordu. Safahat okumak baktık ki bizi kesmiyor bu gelişmeler karşısında Akif gibi olmak gereği kendini belli etti; Akif gibi olmak. Hodri meydan.

Çelik’ten Çelik Dersler

Artık bundan sonra Mehmet Akif’i aydınların, aydınlara anlatması ortaya çıkınca Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı İstanbul Sultanahmet’teki Türk Edebiyatı Vakfı’nda her ayın son Cuma günü saat 18.00’de Akif ve Safahat sohbetlerine başladı. Mayısta son bulacak. Sonbaharda yeniden başlayacağız. Nisan ayı içinde Prof. Dr. Yakup Çelik konuk oldu. İstanbul Üniversitesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Yakup Çelik’e göre Mehmet Akif doğru bildiğini söyleyen bir aydındı. Yaşadığı her üç dönemde de bozulmadı. Dimdik kaldı. İslam’ı iyi ve doğru anladı. İdealleriyle birlikte hayatını yaşadı. Toplumsal eleştiriler sundu. Bütün dramalarında bu hep öne çıkar: İşte Küfe, İşte Hasta , işte Kocakarı ve Ömer, İşte Meyhane vs.

“Okumak isteyenlere devlet yardım etmeli” dedi. Devleti yönetenlere sitem etti. Yoksul ve fakir insanları gündeme taşıdı. İnsanlara sorunları daha iyi anlatmak istiyordu Akif. Muhatabı ise hep toplumumuzu yönetenler oldu. İstibdat şiirini 1911 yılında yayınladı. O yıllarda 2. Abdülhamit tahttan indirilmiş, Selanik’te sürgündeydi. Mehmet Akif Türkçeyi en iyi kullanan bir sanatçıydı. Onun için tevekkül çalışmamak demek değildi. Bu tespitiyle toplumda neden geri kalmışlığımıza vurgu yapıyordu.

Müslümanları uyanışa ve birliğe çağırıyordu. Akif hiç bir ideolojinin adamı değildi. İslamcılık onu küçültmek için yaftalanıyordu. O iyi bir Müslümandı. Akif ile Namık Kemal’in bir farkı yoktur. Onunla örtüşebilir.

Mehmet Akif bütün dünya Müslümanlarının dikkatini çekiyordu. Çünkü onlar için sorumluluk duyuyordu. İslam dünyası için canhıraş bağırıyordu. İnanılmaz biçimde bir uyanış fikrine sahipti. Bir insan modeli ortaya çıkarmıştı; çalışkan, imanlı ve dürüst. Müslümanlar bu üç özelliği mutlaka taşımalıdırlar. Kendisi de bu üç özelliği taşımayanlara tahammül edemiyordu.

İlimle Yeniden Diriliş

“Ne yapmalıyız?”biçiminde soruyor, buna cevap arıyordu. Ne yapmalıyız? Saptırılmış tevekküle karşı aklı öneriyordu. İlim öğrenmemeyi öyle bir eleştiriyordu ki ayet ve hadisleri referans gösteriyordu; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Temizlikten yoksun bir topluma itirazı vardı. Hele miskinliğe karşı savaş açmıştı. Çalışma ve çatışmayı Berlin Hatıralarında ne kadar güzel anlatır.

Mehmet Akif İslam’ın ilimle yeniden dirilişine işaret ediyordu. Önce ilim, sonra yine ilim. Bugün de bu ölçü geçerli. İlim, ilim, ilim. Öyle değil mi? Safahat okumak bizi kesmemeli, Akif gibi olmalıyız.

Prof. Dr.Yakup Çelik formundaydı. Üniversitede talebelerine ders verir gibi değil, bir aydın sorumluluğu içinde bilinmesi gerekleri hatırlatıyordu. Peki kimlere?. Bittabi ki bize. Böylesi endişe taşıyanlara. Toplantıda çok fazla kişi yoktu. Ancak tüm konuklar bir entelektüel memleketsever mesuliyeti taşıyordu. Yoksa çoğu yerde bu etkinliğin haberi yapılmış, duyurulmuş, poster ve afişleri asılmıştı. Ancak teşrif edenler bir avuç aydınımızdı. Yani ilerde ülkemizi yönetecek düzeyde olan aydınlar. Hocanın talebeleri üniversitede duyurulmasına rağmen neden gelmediler? Gelemezlerdi. Çünkü mevcut eğitim ve kültür politikamız böyle programlanmıştı. Eğer bir siyasi lider veya bir cemaat önderi, yahut bir kanaat reisi  eften püften veyahut daha önceki konuşmasını tekrar eden bir sohbet de  yapsa salonlar doluyor. Dolmazsa kamu araçlarıyla insan taşınıyor. Halk da orada ispatı vücut ederek, biatını gösteriyor,  sadakatını ispat ediyordu! Yorulmak işine gelmiyordu. Liyakat nasılsa artık ölçü değildi. İsterse ataması yapılıyor, ihalelere girebiliyor, gününü gün edebiliyordu. Bir Akif gibi olmak, aman Allah’ım düşünmesi bile yoruyor insanı. Çünkü adaletli olacaksın, milletin meselelerine çözüm üreteceksin, uyuşukluğu değil uyanıklığı, üretimi, paylaşımı, çalışmayı önereceksin!. Olacak iş mi?

Bir Resmin Analizi

Harbiye Lütfi Kırdar’da Uluslararası bir toplantıya davetli idim. Yerel yönetimlerin eğitime, kültüre ve sanata katkısı tartışılacaktı. Çok iyi tanıdığım bir belediye başkan yardımcısı yerel yönetimi adına çıktı ve “Yollar yaptık, açlara paketler dağıttık,  gökdelenler ve oteller ile AVM’ler inşa ettik, bilgi evlerimiz dop dolu, meslek kursları açtık” biçiminde konuştu. Sonra bütün bunları başkanlarının iradesiyle gerçekleştirdiklerini de söylemeyi ihmal etmedi! Belki yeni bir seçimde başkanı milletvekili olursa, kendisi başkan olabilirdi. Rakip yerel yönetici ise konuşmasında kitap, gazete ve dergi okuyanlarının giderek azaldığını, televizyonlardaki dizilerde şiddetin arttığını, bedava para kazanmanın yollarının anlatıldığını, kimin eli kimin cebinde belli olmadığına dikkat çekerek “önce ahlak” dedi. Eğitimin önceliğinin insan olmaktan geçeceğinin altını çizdi.

Akif olmak gerçekten zor. Safahat okumak daha kolay.

İstanbul’da 34 belediye mevcut. Bunun 11 tanesi CHP’de geriye kalan 23 belediye ise AK Parti’de. Son 16 Nisan 2017 referandumunda ise Fatih ve Üsküdar’da “hayır oyu” çıkınca AK Parti’nin muhafazakar ayrıcalığı durumundaki bu iki büyük ilçe bazı ipuçlarını da taşıyor. Sonra 4 önemli büyük şehir ile bütün kıyı kentlerindeki tavır! Bunlar Türkiye’nin GSMH’nın %65’i oluşturuyor, Bu iller üretiyor, devlete vergi veriyor, kamu yatırımını da  “evet” gibi almıyor. Nedir o?!

Akif Gibi Olmak

Eğitim ve kültürde geri kalmışlığımız değil, sınıfta kalıp belge almışlığımız durumu. Bağdat’ı kaybetmekle Ahmet Haşim’i de yitirdik.  Öyle görünüyor ki bu gökdelenler ve AVM’ler devam ettikçe, çarpık şehirleşme ve rant arttıkça, hastanelerimiz miting alanı gibi resim verdikçe, dilenci, fakir-fukara, muhtaç sayısı çoğaldıkça, diplomalı bilmeyenler büyüdükçe, taşa toprağa değil, insana yatırım yapılmadıkça sanırım İstanbul ile birlikte Akif’i de kaybedeceğiz. Yerel yönetimler istediği kadar Safahat bassın, dağıtsın, Akif günleri tertip etsin,  hele hele Akif’in hatıralarının büyük çoğunluğunu teşkil eden İstanbul’da bir anıt mezarı olmadığına yanmakla kalmayıp, Akif’i kaybedeceğimizin üzüntüsü yıllar sürecek gibi.

Akif gibi olmaya var mısınız, yoksa mevcut fotoğrafı seyretmeye razı mısınız?