“Müşriklerin (Allaha şirk ve ortak koşanların) Allah’tan başka taptıklarına sövmeyin (veya “Allahtan başkasını ‘Tanrı edinerek’ çağıranlara sövmeyin.”) Sonra onlar da bilmeyerek düşmanlıkla Allaha söverler.” (En’am: 108)
Âyeti kerîmesinden hareketle, bu ayetten mülhem ve ilham alınmış olacak ki, bu âyete sayısız anlamlarından başka bir de şu anlam verilmiştir:
“Muhataplarınızın (görüştüğünüz ve konuştuğunuz kimselerin) rüesalarını (reislerini ve sevip saydıkları büyüklerini) tezyif etmeyiniz (çürütmeyiniz, küçük düşürmeyiniz).”
Böyle yaptığınız takdirde, artık ne söyleseniz kaale alınmaz. Ne kadar güzel de konuşsanız dinlenilmez. Doğrularınız hiç kabul görmez. Çünkü size kırılmıştır, gücenmiştir. Çünkü kendi gözünde değerli olanı, gözünden düşürücü sözler sarfetmiş oldunuz.
Bundan anlıyoruz ki: “Her söylediğin doğru olmalı. Ama her doğruyu söylemek doğru değildir.”
Yine bundan çıkarıyoruz ki: “Her söylediğimiz hak olmalı. Ama her hakkı söylemeye, hakkımız yok.”
Yine denilmiştir ki: “Ata et, aslana ot atmayınız.” “Yani, her…(hakikati) herkese vermeyiniz. Ta (ki), bize taarruz edilmesin.”
Bu, bana şu hadîsi hatırlattı. Mealen: “Domuzların boyunlarına cevherleri takmayınız.” Yâni, lâyık olmayanlara hakikatleri tevdî etmeyiniz. Hakikatleri onların ellerine vermeyiniz. Nasıl ki domuzun boynuna cevher yakışmaz. Aynen onun gibi, hakikat da nâehil / ehil olmayan ellerde perişan olur. Tıpkı büyük dâvâların küçük adamlar elinde heba olması gibi.
Nitekim, köre kör deseniz alınır. Halbuki kördür. Demek kör demeniz, bir gerçeği belirtmekle beraber; bu gerçeği dile getirmeniz doğru olmuyor. Çünkü kör olan alınıyor. Tabii tarif için bu sözü sarfetmek doğru ve yerindedir. O başka bir mes’ele.
Bu husus çok düşündürücüdür. Hakikaten bir ahlâksıza ahlâksız deseniz, üstünüze yürür. “Nasıl bana ahlâksız dersin” diye. Ama gerçekten ahlâksızdır. O da biliyor bunu. Yine de karşı çıkıyor, inkâr ediyor, bu sözü hazmedemiyor. Niye? Çünkü kendindeki o vasıftan, aslında o da memnun değildir de ondan.
O da bilir ahlâksızlığın doğru olmadığını. Ahlâksızlığın fıtratındaki, içindeki gerçek şahsiyetle bağdaşmadığını hadsen ve vicdanen bilir. İşte doğru söze bu şekilde karşı çıkışı; aslında ahlâksızlığını bilmediğinden değil; ahlâksızlığı asıl ve gerçek şahsiyetine yakıştıramadığındandır.
İster istemez, kendine göre şu veya bu gerekçelerle ahlâksız veya başka bir kötülüğün sahibi olabilir, olabilmiştir. Fakat “Bir ben vardır bende, benden içeri.” sırrınca, içindeki asıl benlik herşeye rağmen o zahirî / görünüşteki o arizî / iğreti, o asıl isteği olmayan kötü vasfı veya vasıfları asla kabullenemez. Olsun istemez. Bundan memnun ve hoşnut değildir. Ama düşmüştür bir defa, kurtulmak kolay değil. İşte insan, içindeki gerçek benliğin varlığı yüzünden; kendisine böyle hitap ediliş ve seslenişlerden kızar, üzülür. Kötü sıfatlarını bile bile inkâr eder.
Âdeta demek ister ki, ben de aslında bu kötü ve yanlış yola karşıyım. Fakat düşmüşüm bir kere, çıkamıyorum işin içinden. Zaten vicdanen muzdaribim. Izdırap içindeyim. Vicdan azabı çekiyorum. Ben böyle duygular içinde çırpınıp dururken, bir de sen, yarama tuz biber ekme. Bam telime basma. Beni mânen perişan etme. Sanki ben memnun muyum bu hâlimden, Allah kurtarsın beni.
Bize karşı gösterdiği bu infial, bu tepki, bu aksülamelden dolayı onlara kızmak, köpürmek doğru değil. Hattızatında onlara acımak lâzım. Yardımcı olmak gerek. Onları o hâlden kurtarmak için çalışmalı, gayret göstermeli. Hiç olmazsa aşağılayıcı hitaplarla, onları rencîde etmekten, onları azarlamaktan, onları manen yaralamaktan uzak durmalı.
Çünkü “İnsan mükerrem (keremli kılınmış) bir varlıktır. Hakîkati arar. Bâzen hakikat diye dalâlete (yanlışa -istemiyerek de olsa- kötü yola sapar) yapışır.”
Bize düşen, elimizden geliyorsa, onlara el atmak. Hiç olmazsa susup, ağzımıza hâkim olmaktır. Ayrıca ıslahlarına dua etmekten de geri kalmamak lâzım.
Çünkü tenkîde / eleştiriye mâruz kalan ve uğrayanlar:
“Kendi meşreplerini ve mesleklerinin (yollarının) revacını (rağbet görmesini isterler) ve etbalarının (bağlılarının ve mensuplarının) hüsnü teveccühlerini (kendilerine güzel ve müspet bakılması isteklerini) muhafaza (ve koruma) niyetiyle itiraz edecekler. Belki dehşetli mukabele etmek (karşı koymak) ihtimali var.
“Böyle hâdiselerin (olayların) vukuunda (oluşunda) bizlere itidali dem (soğukkanlılık) düşer ve sarsılmamak ve adavete (düşmanlığa) girmemek ve o muarız taifenin (karşı çıkan kimselerin) de rüesalarını (reislerini ve ileri gelenlerini) çürütmemek gerektir.” vesselâm.