KO-MEK, Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin “Halk Üniversitesi” unvanıyla tanıttığı eğitim kurumu. Üç yüz yetmiş sekiz branşta, kırk dört kurs merkezinde, üç yüzden fazla usta öğreticisi ile tam bir eğitim seferberliği faaliyeti. Her yaştan insan katılabiliyor kurslara. Ben de emeklilik dönemimde çok istifade ediyorum kurslardan. Bu projenin mimarlarına ve uygulayıcılarına her zaman şükranlarımı sundum, sunmaya devam edeceğim.
KO-MEK, kurslar dışında da birtakım etkinlikler yapıyor. Bunlardan biri de bereketiyle gelen Ramazan ayına katkı sunmak. “Seyr-i Ramazan” adıyla bir gece düzenlemiş. Tamamen iyi niyetle hazırlanmış programın içeriği, davetlileri memnun edecek nitelikteydi.
Bende, yıllardır hizmet aldığım KO-MEK’e karşı bir aidiyet oluştu. Davet edildiğim programa iştirak etmeyi görev bildim, ömrünü öğretmen ve yönetici olarak eğitime adamış iki arkadaşımı da misafir olarak götürdüm. Gereğinden fazla mihmandarla karşılaştım binaya girişte. Salonda, yer gösterme yoktu, herkes istediği yere oturuyordu. Ben ve misafirlerim, beşinci sıradaki boş koltuklara oturmaya karar verdik. Oturacağımızı fark eden bir görevli “Burası protokole ait.” diyerek bizi uyardı. Bizden önce de aynı sıraya bir ilkokul çocuğunu oturtmuşlardı. Şimdilik kimsenin olmadığını, protokol sahibi kimseler geldiğinde kalkabileceğimizi söyledim, kırgın vaziyette. Misafirlerimle sohbete dalmıştık ki yine bir genç hanımefendi gelerek oturduğumuz yerin protokole ait olduğunu, oturduğumuz yerden kalkmamız gerektiğini söyledi. Birileri tarafından gönderildiği belliydi. Aynı cevabı verdim, yerimizden kalkmadık; çünkü ben ve misafirlerim nezaketi aşan bir durumla karşı karşıyaydık. Program başladı, öndeki yerler dolmadı, yapılan bir anonsla öndeki boş yerlerin doldurulması istendi. Tam bir komediydi; aramızda gülüştük. Bizim bulunduğumuz sıraya da beklenen protokol gelmeyince KO-MEK çalışanları doluştu. Anladık ki protokol dedikleri, KO-MEK’in çalışanları, çocukları, ana-babalarıymış.
Bazen usul, esastan önce gelir. Sunulması bilinmeyen aş, boğazda dizilir, mideye oturur, hazımsızlık yapar. Kültürümüzde, misafir ev sahibinin baş tacıdır. Teşrifatçıların bize karşı tavırları, bu tavırlara sebep olan kişilerin direktifleri sebebiyle uğradığım mahcubiyet, büyük emeklerle hazırlanan geceyi benim gözümde kıymetsizleştirdi. Huzurum kaçmıştı. Bu nasıl bir anlayıştır? Protokol dediğiniz nedir, kaç kişidir, neden buna ihtiyaç duyulur? Gecenin manevi havasına uygun mudur? Yoksa kraldan fazla kralcı olmak mıdır, protokol gelecek diye beş sıra yeri boş bırakmak ve oturanları kaldırmak, daha sonra da misafirlerden, boş kalan yerlerin doldurmasını istemek? Bana göre, geceyi hazırlayanların, basiretsizliği, işgüzarlığı, iş bilmezliğidir.
Protokol sıfatına sahip olmak veya protokolde bulunmak nasıl bir duygudur, gelenektir, anlayıştır? Bunu hiç anlamış değilim. Hangi kültürün eseridir? Kompleks midir, statü müdür, saygı mıdır, elde edilmiş hak mıdır, kendini bilmezlik midir, yalakalık mıdır, dalkavukluk mudur? Nereden bakılırsa bakılsın, hangi sorunun cevabı olursa olsun, hoş durum değil; üstenci anlayışın eseridir. Diğer taraftan ezikliğin kabullenişidir. Sınırları belirsiz, istismara her zaman açık bir hiyerarşidir. Kendisine protokol denen kişi gelmediyse solonda tiyatro, camide cenaze namazı, davette yemek, konferans salonunda toplantı, ilan edilen vakte rağmen başlamıyor, başlatılmıyor.
Adına ister hiyerarşik düzen densin ister sınıflandırma ister kategorize etme densin, istismara açık sosyal yapımız var. Kişilere bu sosyal yapı içinde hak edilmemiş yetkiler veriyor, itibar gösteriyoruz. Bu da yetkilendirilmiş kişilerde üstenci bakış, megalomanlık, bencillik, narsisistlik oluşturuyor. Toplum zemininde de bu düzen, sosyal kırılmalara, özgüvensizliğe, kendini değersiz görmeye yol açıyor. Değerlilik, Allah katındadır. Kullar arasındaki değerlilik veya statü farklılığı algısı, yapaydır, sosyo-psikolojik bir hastalıktır. “Şeyh uçmaz, uçurulur.” kültürü ve “Padişahım çok yaşa!” geleneği ile yetişen toplumumuzun da bir kibirliler sınıfına zemin hazırladığı, samimiyetsiz davranışlarıyla bu duyguyu beslediği, inkâr edilemez bir gerçek.
Kişileri kibirlilik girdabına sokup putlaştırmanın, hatta şeytanlaştırmanın anlamı yok. Bu anlayış, ilkelliktir. Birbirimizi ezmenin de hiç gereği yok. Biz bizeyiz; kimi kimden daha üstün göreceğiz, değerli kılacağız? Aileyiz, komşuyuz, aynı yollarda yürüyen, aynı mahallede yaşayan sakinleriz. İçtiğimiz su, yediğimiz ekmek, teneffüs ettiğimiz hava, ısısından ve ışığından faydalandığımız güneş aynı. Mazimiz aynı, ülkümüz aynı. İyisiyle kötüsüyle bu toprağın çocuğu, bu toprağı bize vatan yapan dedelerin torunlarıyız. Hepimiz dokuz aylığız. Yok aslında birbirimizden farkımız. Neden birimizi diğerimizden üstün kılıyor, saman alevi kadar güçsüz değerler üzerine itibar devşiriyor, böylece sosyal yaralar açıyoruz?
Uzağa gitmeye gerek yok, dost da düşman da burada, hemen yanımızda; belki içimizde…