Post-Hakikat Ülkesi

95

Önce bir hakikatlilikle başlayayım: “Post-gerçeklik” yazmamı
beklerdiniz. Ama gerçek hakikat değildir ve hakikat de gerçek değildir.
Rahmetli büyüğüm ve dostum Tarık Buğra karşısında çaresiz kalan TV sunucusu son
bir hamle yapıp sormuştu: “Hakikat yerine gerçek dersek ne kaybederiz?
Tarık Bey’in cevabı unutulmaz: “Hakikati kaybederiz!” İşte böyle benim
hakikatli okuyucularım…

Para ve iktidar hakikati yener

Neymiş post-gerçeklik? Hakikatin devalue olması. Önemini
kaybetmesi. Kimin daha fazla kanalda daha fazla gösterildiğinin hakikatin
yerine geçmesine post hakikat diyorlar. Batıda örnek olarak “sigara kanser
yapar mı?” münakaşaları gösterilir. Sigara şirketleri kesenin ağzını açar, ağzı
açılan keseye iştah duyan birkaç prof., dr., vs’yi televizyonlara çıkarırlar.
Sigaranın kanser yaptığının henüz ispatlanmadığını anlatır bu ücretli bilim
adamları. Tek onlar çıkarsa insanlar şüphelenir diye mesela böyle üç “uzman”ın
karşısına bir de doğruyu söyleyen bir uzman çıkarılır. Doğrucu uzmanın konuşma
özürlüsü tercih edilir. Ücretliler onun canına okur ve seyirci sigaranın
zararsızlığı kanaatine bir adım daha yaklaşır.

Hakikati siyasî güçle de devalüe edebilirsiniz. Yeter ki
elinizde emir kulu TV kanallarınız olsun.

Türkiye’de pek olmayacak şeyler anlatıyorum değil mi?

Gerçeğin kıymeti abartılmıştır

Özeti şu: Gerçekle yalanı münakaşa ettirirseniz yalan
taraftarları kazanıyor. Karşı iddiayı çürütmeniz gerekmiyor. Sadece tereddüt
yaratmanız yeterli. Sonra bastırın parayı, bastırın parayı… Ve yalan gerçeği
yeniyor.

Bu kanser meselesi, sigara içenlerin içmeyenlerden 70 kat
(yazıyla yetmiş kat) daha fazla kanser olduğu anlaşılınca kapandı. Artık her
paketin üzerinde gerçek yazıyor. Fakat yalanın gerçekle mücadelesi kırk yıl
sürdü.

Bu münakaşa dünyada değil de sırf bizde olsaydı yine hakikat
mi kazanırdı? Şüpheliyim.

Bizde yalan o kadar kötü bir şey değildir. Gerçeğin değeri
de biraz abartılmıştır. Eğer bir post-hakikat duvarı olsaydı, hani ses duvarı
gibi, biz onu çoktan aşmıştık… Ne diyordu bir eski başbakanımız: “Siyasetçinin
seçimden önce ve sonra söyledikleri aynı olamaz
.” Yani halkı kandırmak, ona
yalan söylemek hoş görülmelidir.  Ve herkes yapıyor diye ekliyordu, “Bütün
dünyada böyledir.” Dedikleri doğrudur. Son kısım hâriç. Dünyada bir siyasetçi
bir kere yalan söyleyebilir. Yalan ortaya çıkınca o artık siyasetçi olmaz. Onun
ünvanı bundan böyle “yalancı”dır.

Polis yoksa gazla

Biz özeliz. Özelliğimizi iki hikâye ile misallendireyim.

Biri gerçek. Popüler psikoloğumuz Doğan Cüceloğlu’ndan.
Ağabeyiyle oturdukları apartmanın kapısından girip asansöre yönelirler.
Asansörün kapısına, bir kâğıt yapıştırılmış: “Arızalı.” Cüceloğlular merdivene
yürürken içeriye baba yiğit bir komşu girer. Yazıyı okuyup orada duran kapıcıya
seslenir: “Ağa, asansör bize de mi arızalı?“.

Gerçek olmayanı da şöyle: Temel ile Dursun, kamyonlarını
5m’nin üstünde yüklerler. Bir tünele gelirler. Tünel girişinin üstünde bir
yazı: “Azami yükseklik 4 m.” Muavinlik görevini üstlenen Temel sağa-sola
bakar ve direksiyondaki Dursun’a seslenir: “Polis yok, gazla!“. (Temel
ile Dursun’dan özür dilerim. Belki memleketin en akıllılarıdırlar. Fakat
fıkraların tadı onlarla çıkıyor.)

Yanımdan bir trafik polis ekibi geçiyor. Arabada dört memur
var ve hiç birinde maske yok. Bir Sağlık Bakanlığı (112) ambulansı mahallede
bir evin önünde duruyor. Şoför, hemşire ve hasta yakını. Kimsede maske yok.
Bunlar otoritenin yasağa uyma mecburiyeti olmadığı düşüncesi: “Ağa, asansör
bize de mi arızalı?”.

Maskesi çenesine veya boynuna inmiş insanlar
görüyorsunuzdur. Yasak sonrası insanların üst üste olduğu çarşı-pazar
manzaraları. Bunlar da “Polis yok, gazla” cinsinden.

Derler

Nesiller söylenenle yapılanın bir birine uymadığı bir
ortamda yetişmişse post-hakikat dünyasına girmeleri daha kolay, daha zahmetsiz;
kendiliğinden oluveriyor.

Virüs var diyorlar. Sosyal mesafe diyorlar, maske diyorlar.
İnsanlar pek inanmıyor gibi. Ama mikrofon tutup sorsanız, bülbül gibi
tekrarlarlar: Sosyal mesafe korunmalı, maske takılmalı!

Ne diyordu eski siyasetçi? Dünyanın hiçbir yerinde seçim
öncesi söylenenle seçim sonrası yapılan tutmaz. İşte bu yüzden inanmıyoruz.
Siyasetçilere de virüse de. Hangisi daha tehlikeli, bilmiyorum.

Fıkralarla başladım, fıkrayla bitireyim. Köyün müezzini
vefat etmiş. Ezanı okuyacak güzel sesli kimse de gelmiyor köylünün aklına.
Musikiyle meşgul olan bir Ermeni dostları hâriç. Çaresiz ona giderler. Agop
önce itiraz eder, “İyi ama ben Müslüman değilim. Olur mu?” Neyse rica ederler
ve sonunda minareye çıkar: “Allahu ekber… derler…. Eşhedü enne la ilahe
illallah.. derler
“. Her cümleden sonra “derler”. Ve ezan böyle başlayıp
biter.

Maske… derler. Sosyal mesafe… derler. Demokrasi… derler.
Basın hürriyeti… derler. ( Alıntı-Milli Düşünce Merkezi)