Pontus Rüyası

99

“Sümela Manastırı’nda düzenledikleri ayinle Türkiye’deki Pontus hayallerinin ilk ayağını gerçekleştiren Rumlar, şimdi de Yunanistan’da Pontus televizyonu kuruyor. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, hükümete yakın isimler arasında bulunan ünlü iş adamı Dimitris Melissanidis’in kuracağı televizyonun hedefinde Doğu Karadeniz Bölgesi yer alıyor. Kanalın başında ise Türkiye’de çok iyi tanınan ünlü Yunan casusu Savvas Kalenderidis bulunuyor.

Bebek katili Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışı sonrası geldiği Atina’da sürekli beraber olup koruma görevi yapan casus Kalenderidis, Öcalan’ı Kenya’ya götüren uçakta da yanında bulunuyordu. Terörist başının, özel bir operasyonla Kenya’dan Türkiye’ye getirilmesi sonrasında büyük tepki gösteren Kalenderidis, Yunan ordusundaki görevinden istifa ederek kitabevi açmıştı.

“Savvas Kalenderidis, Rusya ve Türkiye’nin Doğu Karadeniz bölgesine ulaşmayı hedeflediklerini belirtti. Amaçlarının Türkiye’deki Pontus bölgesi dahil, bütün dünyada Pontuslular arasında köprü olmak olduğunu söyleyen Kalenderidis, programların Türkiye’deki Yunan Helenizmi, yine Türkiye’deki Trakya bölgesi ile Yunanlıların “Küçük Asya” dedikleri İç Anadolu bölgesini hedeflediğini belirtti.

“Kalenderidis, hedeflerinin Türkiye dahil dünyadaki 3.5 milyon Pontusluya ulaşmak olduğunu belirtti. Kanalın sahibi olan işadamı Dimitris Melissanidis ile kardeşi Lokovos Sümela Manastırı’nda bulunan ünlü “Melissanideion” sarayının yapımını da finanse ediyorlar.

“Karadeniz Bölgesi’nde binlerce Türk’ü katledip mallarını gasp eden Pontuslular, her fırsatta kendilerine Türkler tarafından soykırım yapıldığını iddia edip bu iddialarını kabul ettirebilmek için yoğun faaliyetlerde bulunuyorlar.

Bu faaliyetler çerçevesinde geçtiğimiz yıl Yunanistan’ın başkenti Atina’da sözde  “19 Mayıs Pontus Rumları Soykırımı”  anma töreni düzenlenmişti… Öte yandan yine geçtiğimiz yıl, Yunanistan’ın Selanik kentinde, sözde Pontus Rum Soykırımı anıtı açılmıştı… Yunanistan Parlamentosu, 1994 yılında 19 Mayıs gününü sözde Pontus Rum Soykırımı’nı anma günü ilan etmişti.” (Yeniçağ, 10 Mart 2011, s.8)

Oysa ihanete uğrayan ve soykırım yapılmak istenen; Türk Milleti’nden başkası değildi. Nitekim, Ordu’nun Mesudiye kazası köylerinden biri olan Afan  -şimdi Çardaklı-  köyü yaşlılarından ve kendi büyüklerimden; köyün etrafında yer alan çayır, tarla ve bostanlarına korkudan gidemediklerini, çünkü Rum çetelerinin saldırı ve tecavüzlerine uğramıyacaklarından emin olmadıklarını; bizzat duymuşumdur. Acı örneklerden mesela biri şudur: Rum çetelerinin, köyün çevresinde yakaladıkları Süleyman adlı köylümüzün parçalanmış, lime lime edilmiş cesedi öldürüldükten epey zaman sonra çalılıklar içinde tesadüfen bulunmuştu.

Yine bir defasında Rum çetelerinin köyümüze doğru gelmekte olduğu haber alınır. Köyde kimsede silah yoktur. Şimdi rahmetli olan Yazıcıgil oğullarından Ali Efendi geceleyin  – doğru dürüst yolu olmıyan –  Mesudiye ilçesine saatler süren binbir meşakkatle giderek, jandarma karakolundan aldığı beş-on tüfekle sabaha doğru köye döner. Silahları kullanacak kişiler; belli aralıklarla köye giriş yapılması ihtimal dahilinde bulunan yerlere yerleştirilir. Çeteler köye yaklaşınca hep birden ateş etmeleri tembihlenir. Gerçekten sanıldığı gibi olur ve plan tatbik edilir. Köyde çok sayıda silahlı adam olduğunu düşünen çeteler; köye girmekten vazgeçerek savuşup giderler. Böylece köy; büyük bir katliamdan kurtulur.

Böyle vak’alar sayısızdır. Demem o ki; soykırım yapılmak istenen ve gerçekten kısmen de olsa soykırıma uğrayan bir millet varsa, o da Türk Milleti’dir. Bize ihanet eden azınlıklar ve onların destekleyicisi; tek dişi kalmış canavardan farksız Batılı Devletler; dün nasıl ki Arslan’ı İt’e boğdurmak istemişlerse; bugün de değişen bir şey yok. Yine Arslan hükmünde

olan Asil Türk Milleti’ni, sahipleri oldukları bir takım İtlere boğdurmak istemektedirler. Bütün bu menhus emellerini adım adım gerçekleştirmeye doğru giderken; Yüce Allahın da onlar hakkında İlahi bir hesabı var olduğunu unutuyorlar. Evdeki hesabın çarşıya uymayacağını düşünmüyorlar!

Bekliyoruz biz: Gün ola harman ola.

Ummadıkları, başlarına dolana.

Çünkü, yok bu milletin gizli saklı hesabı

Yok Batılılar gibi, yaptığı bir ayıbı

“Karadeniz bölgesinden İç Anadolu’nun kuzeyine kadar olan sahada Pontus Devleti kurmak amacıyla 1904’te kurulan Rum cemiyeti, 1. Dünya Harbi sırasında Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumu fırsat bilerek Samsun, Çarşamba, Bafra ve diğer Karadeniz sahillerindeki Rumları silahlandırdı. Türklere ait köy ve kasabaları yağmalattırıp, Müslüman halkı öldürttü. Özellikle, İstanbul’un işgalinden sonra Pontusçuların katliamları arttı. Amasya, Tokat, Samsun bölgelerinde binlerce Türkü öldürdüler, mallarını gasbettiler. Pontus çetelerini bastırma görevi Kurtuluş Savaşı sırasında 1. Ordu Komutanlığı yapan Sakallı Nurettin Paşa’ya verilmiş ve merkez Ordusu’nun başına getirilmişti.” (a.g.gazete, s.8)

Bu haberi okuyunca; birkaç gün önce, İstanbul’da ilk defa karşılaştığım (…) Bey’in kendisini şu şekilde tanıttığını hatırladım:

“İsmim (…) aslen Doğu Karadeniz’in (…) şehrindenim. Rum ve Pontus’um (!) Türkleri sevmem!”

Daha önce, bana dindar ve iyi bir müslüman olarak bahsedilen şahsın; kendini bu şekilde takdim etmesi karşısında cidden çok şaşırdım! Tabiatiyle tepki gösterdim. Adını, şehrini belirtmesini anladım da, Rum ve Pontus olduğunu zikretmesine bir mana veremedim!

“Neden buna ihtiyaç duydunuz? Hepimiz; aslımız neslimiz ne olursa olsun Türk değil miyiz? Türk Milleti’nin ferdi ve mensubu sayılmıyor muyuz?

“Zira, millet; ırk demek değildir. Aynı vatanda yaşıyor, aynı dine bağlı, aynı ortak dili yani Türkçe’yi konuşuyorsa; aslı faslı ne olursa olsun; o kimse aynı milletten sayılır.

“Kaldı ki, Hz. Muhammed’in: ‘Arab kimdir?’ diye sorana: ‘Arapça konuşandır.’ Diye cevap vermesi çok manidardır. Çünkü, milleti teşkilde başta gelenlerden birinin de; aynı ortak lisanı konuşmak olduğuna parmak basıyor.” Şeklinde tepkimi ortaya koyunca; işi şakaya dökerek konuyu kapatmak istemesi, doğrusu beni şok etti. Derin derin düşündürdü.

Bu tipik olay bana; karşılaştığım bir bakıma aynı minval üzere cereyan eden bir başka tanışmayı daha hatırlattı:

“Adınız nedir?” diye sorduğumda, “Ben Ç…..’im adım …..’dir.” demez mi?

“Adınızı anladım da, menşeinizi veya kavminizi söylemenize bir anlam veremedim!” diye ona da gereken tepkiyi göstermiştim.

Değerli okur! Ben kendimi ‘Ben Türküm adım da şudur.’ Diye şimdiye kadar hiç tanıtmadım. Tanıtmam da. Çünkü, herkesin bir menşei / kökeni vardır. Ve bu çok doğaldır. Herkes zımnen bunu bilir. Fakat telaffuz etmez. Nazara vermez. Hem de doğru değildir. Üstelik pek ayıptır. Sorulduğunda kişi ancak, adını ve hangi şehirden olduğunu söyler o kadar.  Ayrıca ben filan kavimdenim demez ve dememeli. Zaten, ‘Sen şu musun bu musun?’ diye sorulmaz. Sorulmamalı. Fakat şimdilerde hem sorulur, hem de sorulmadan söylenir oldu!

Hatta, bu durum orta öğretimde bile kendini göstermeye başladı! Öğrenciler birbirine ırklarını sorar oldular!

“Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı!”

Evet, maalesef son zamanlarda yerli yersiz sorulmaya, konuşan da sorulmadan söylemek ihtiyacını hissetmeye başladı! Çünkü bu hususta fitne uyandı. Uyandırıldı! Millet binasının orasından burasından çatırdılar yükselmeye başladı!

Özellikle Anadolu teknesinde Asırların yoğurmasiyle meydana getirdiğimiz  – sadece Türk ırkını ifade etmeyen, aynı zamanda bünyesindeki tüm insanları kucaklıyan –  Türk Milleti ve onun temsil ettiği “Millet” mefhum ve kavramı terk edilmek isteniyor!

Şu unutulmasın ki, Türk ve Arab deyince, akla sadece İslam gelir. Başka hiçbir millet adında bu manaya geliş yoktur. Evet, ancak bu iki millet ismidir ki, asla ırkı çağrıştırmaz. Çünkü, İslamın iki büyük milleti vardır. Selef / öncekiler olarak Araplar, Halef / sonrakiler olarak Türkler. Tarih buna en büyük şahit ve tanıktır. Diğer müslüman milletler ise, bu iki lokomotif olmuş milletin saflarında, gereken yerleri almışlar ve baş tacı edilmişlerdir. Çünkü İslam’da mevki ve makamlara gelişte, sadece liyakat ve islam oluş aranır. Hatta sadece liyakat bile tek başına tercih sebebi olmuştur.

Fakat, ne hazindir ki, günümüzde; sanki İslam öncesine, tıpkı Evs ve Hazrec kabilelerinin birbirleriyle eften püften sebeplerle kanlı bıçaklı bir devir yaşadıklarına benzer bir ortama doğru sürükleniyoruz gibi geliyor bana; yani kabileşmeye, aşiretleşmeye, mahallileşmeye ve gettolaşmaya doğru yürüyor, yürütülüyoruz!

Nitekim geçenlerde televizyonun birinde; Ç…’ler adına konuşan biri, millet oluştan, birlik beraberlik içinde bulunuştan adeta feryat edercesine; dilimiz unutturuldu diye Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni itham ediyor; başka bir fitne tohumunu zihinlere ister istemez ekiyordu!

Yukarıda belirttiğim gibi, herkesin bir kökeni vardır. Doğrudur. Tabii ve doğaldır. Bunu bilmesi hakkıdır. Kaldı ki bilmektedir. Fakat bunu nazara vererek, bunu öne çıkararak  “Millet” kalesinde gedik açmak istemesi yanlıştır. İçinde bulunduğu kalenin berhava olmasına çalışmaktan farksızdır. Bindiği dalı kesmek gibi, menfur bir gidişattır!

“Türk Milleti” tabiri; sadece Türk ırkını ifade eden bir kavram olmaktan çıkmış. Türkiye’deki tüm müslüman kavimlerin ve hatta gayri müslimlerin müşterek millet adı olmuştur. Ki, bunda asla gocunacak bir taraf yoktur.

Yoktur. Çünkü, başta Türkler; kendi adlarını taşıyan “Türk Milleti” potasında eriyerek ırksal taraflarını törpülemiş ve hatta yeni oluşumlara terk ederek, yepyeni bir hüviyetle tarih sahnesine çıkmış; fakat lokomotif olarak safında yer alanları da, kendisi gibi başkalaştırmış. Yani  hep beraber “Millet”  olmuşlardır.

Millet ise, ırk demek değildir. Tarihi süreç içinde, bir kavmin; diğerlerini de etkisi altına alarak, hep birlikte yeni bir tekevvün ve oluşa gözlerini açmalarıdır.

Nitekim, bugünkü İngiliz, Fransız, Alman ve Arap gibi milletlerin de, vücut bünyesinde çeşitli birçok kavim ve kabile vardır. Ama, tabii tarih süreci sonunda başkalaşarak; bugünkü hallerini almışlardır.

 

Önceki İçerikTunceli Dersim Değildir
Sonraki İçerikKayıp Coğrafyalarımızdan Haberler – I
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.