Pek İnce Ama Bir O Kadar da Acı Hediye

78

İnsanoğlunu nefes alıp vermek, yiyip içmek işlevini yerine getiren makinelerden ötesine taşıyan önemli ayrıt noktaları vardır. Bu ayrıt noktalarını saymak gerekirse duygularımızı, hissedebiliyor olmayı söyleyebiliriz. Ama bu ikisinden de kat’i olarak insanı diğer canlılardan şu özellikle ayırt ederiz, ”İnsan muhakeme edebilen, kendi düşün dünyasının içinde kararlar kılabilen bir varlıktır.”

Öyleyse insanoğlunu diğer canlılardan farklı kılan en belirgin özellik muhakeme yetisidir dersek, yanlış bir önerme sunmuş olmayız. Muhakeme edebilmenin tanımına TDK’dan baktığımızda ”Akıl süzgecinden geçirebilme, karar verebilme” ibaresini görürüz. Karar verebilmeyi bildik de peki şu ‘akıl süzgeci’ dedikleri ne oluyor? Akıl süzgecini sık sık işitir ve kullanırız ama sanıyorum ki hiçbir zaman üzerinde durup uzun uzun düşünmeyiz.

Esasen akıl süzgecinin herhangi bir sözlükte kayıt altına alınmış sınırları çizilmiş bir tanımı yoktur. Bu sözü genellikle bir karar veriyorken veya düşünüyorken söyleriz. Öyleyse TDK yanılmıyor. Bu süzgecin bizim muhakeme yeteneğimizle yakinen münasebeti var. Akıl denilen yerde bilgiler ve düşünceler buluşur, harmanlanır ve ortaya akıl süzgeci dediğimiz mekanizma çıkar.

Bana göre, akıl süzgeci bilgilerimizle düşüncelerimizin kavuşmasıdır. Doğru muhakemeyi yapabilmemiz için sadece ve sadece aklımızda var olanlar yeterli değildir. Düşüncelerimizin hayattan doğrudan doğruya karşılık bulması lazımdır. Bu karşılığı ise hayattaki iyi veya kötü tecrübelerimizin neticesinde doğan bilgilerden sağlarız. İnsanın ne kadar düşündüğü, neyi düşündüğü, nasıl düşündüğü, düşün dünyasının zenginliği sahip olduğu bilgilerle doğru orantılıdır.

Bilgiyle hasbihal olmayan bir zihnin hayat konusunda temelleri sağlam, ayakları yere sıkı sıkı basan bir düşünce üretebilmesi mümkün müdür? Bilgilerle buluşmayı başarabilmiş düşüncelerin bulunduğu akıllar ise tam manasıyla bir huzursuzluk yeridir. Çünkü akıl süzgeci olması gerektiği gibi çalışan, olması gerektiği gibi düşünen birey artık zehirlidir. Bu zehir biliyor olmak vaziyetinden doğan sorumluluk hissiyatıdır. Pek ince ama bir o kadar da acı hediye…

Sorgulamak, merak etmek ve bu duygularla aynı safta yerini almış tüm duygular bu zehrin etkisiyle ortaya çıkar. Akıl bilgilendikçe sormaya, sorgulamaya başlar, aldığı yanıtlardan tatmin olmadıkça daha çok aramaya başlar. Öyle ki akıl bir yerden sonra vahşi bir hayvanın kana doyumsuzluğunu andırırcasına oburlaşır. Kafatasının içini adeta savaş alanına çevirir, yakar ve yıkar. İşte bu savaş aydınlanmanın savaşıdır. Kant’ın aydınlanması da tam manasıyla budur. Zehirleneceğini, kendinle bir savaşın içine düşeceğini bile bile aklını kullanma cesaretini göster. Göster ki aydınlanış mümkün olsun.

Karanlığa alışmış gözler aydınlıktan kaçar. Ve karanlıktaki insanın gözü ışıkla karşılaştığında bir kaç saliseliğine duraksar. Görevini yerine getiremez. Göz bebekleri karanlıkta irileşir ve tembelleşir. Çünkü karanlık vardır, safi karanlık… Üzerinde türlü renkler barındıran bir gök kuşağı yoktur mesela. Veya bir kitabın sayfalarında cümleler yoktur. Sadece karanlık vardır, uçsuz bucaksız bir siyah. Karanlıkta gözlerin üzerinde efor harcayacağı bir şey yoktur.

Gözler bu siyahlıkla gelen umursamazlığa bırakırlar kendilerini yavaş yavaş. İnsan siyahlara baka baka kararır, bir zaman sonra karanlığın parçası haline gelir. Asaletin rengi olduğu kadar siyah insanoğlunun kabullenişinin, düşünmekten kaçışının, sorumluluklardan korkusunun rengidir de. Karanlığa alışmış gözleri ışığa çevirmek adımların en cesurudur.

Gözler acıdıktan, ışığa alıştıktan sonra da iş bitmiş değildir. Işığa ulaştın, ben ‘aydınlıktayım’ deme cesaretini gösterdin o halde kavga şimdi başlar. Bugün dünyadaki her iyilik ve her kötülük bilginin bir neticesidir. Buradaki esas nokta şudur ki insanın aydınlığa kavuştuktan sonra yapacağı iş nedir?

Bilen insan, aydın insan yalnızca kendisinden mi sorumludur? Bu sorumluluk yalnızca bireyselliğiyle mi sınırlıdır? Tabii ki de hayır. Bu sorumluluk bir kişiye veya birilerine karşı hissedilen sorumluluk duygusu değildir. Bu sorumluluk dünyadaki herkese karşı işleyen bir sorumluluktur. Bu sorumluluk yalnızca yüzünü gördüğümüz, sesini işittiğimiz insanlara karşı değil tüm insanlara karşı işleyen bir sorumluluktur.

Yaşadığımız dünyada onlarca can ıstırap çekiyor ve kendini aydınlanmış olarak niteleyen binlerce insan yaşayıp gidiyor sizce de bu biraz saçma değil mi? Derim ki asıl aydın insan görmek istediklerini görüp bir zümrenin çıkarlarını gözeten değildir.  Asıl aydın insan elde ettiği bilgilerin senteziyle, zihnindeki ham düşüncenin geçerliliğiyle öndeyide bulunabilen ve bu öndeyilerle herkese fayda sağlayan kimsedir. Bilgi sahibi olmak ”Ben artık aydınım, siz şunları şunları yapın ben bir bakayım.” demek değildir. Doğrudan doğruya yaşantının içinde bulunmaktır.

Efendim, derim ki aydınlanmak sadece düşünmek ya da sadece bilmek demek değildir. Aydınlanmak bilgiyi düşüncelerle sentezleyip donanımlı bir düşün dünyası inşa etmek daha sonrasında da bu dünyanın fabrikalarında üretilen ürünleri insanların hayatına değer vermek, hayatlarını değiştirmek ve iyileştirmek için kullanmaktır. Kim zehirlenmek ister kim istemez bilemem. Ama bilirim ki birileri gerçekten aydınlığa kavuşacaksa onlar zehrin tadını, suyun tadını bildikleri kadar iyi bilmiş olacaklar…