Özledim

7

Bazen niçin yaşadığımın girdabı içinde bocalamaktayım.

 Kimi zaman kendimi sorgulamaktayım; “acaba sorun bende mi” diye? Bu yüzden bildiğim “kendisini gerçekleştirmiş” insanların tanımını, ruh sağlığı tanımlarını, psikoloji ve sosyoloji lügatlerinde geçen tüm ilgili sözcükleri, tanımları gözden geçiriyorum.

Hatta Engin Geçtan’ın “Psikanaliz ve Ötesi”, “Normal ve Normal Dışı Davranışlar” kitaplarını ince ince tetkik ediyorum.

Doğan Cüceloğlu’nun, “İnsan ve İnsanlar” kitabındaki kendini tanıma testinden geçiyor, Üstün Dökmen’in, Küçük Şeyler’ini DERİNLEMESİNE TIRTIKLIYORUM…

Sonra da düşünüyorum, söz konusu kendim olduğumdan, tarafsız, objektif olmaya özen göstererek, temkinli şekilde hareket ediyor, nihayetinde ruh sağlığımın yerinde oluğuna kanaat getiriyorum.

Öyleyse sorun nedir?

Neden hayattan tat alamıyorum? Aslında gerçekleri bildiğim halde söylemeye dilim varmamakta. Çünkü içinde kendimi aradığım ortamda bir şeyler eksik. Ruhuma şevk veren manevi imgeler kayıp…

Yaşadıklarım, duyduklarım, hissettiklerim, arzu ettiğim tadı vermiyor nedense. Ruhum, tortusu kalmış yavan duyumsamalardan yorgun. İçimi nahoş suların terkibindeki kireç kaplamış sanki…

İnsana, türüne özgü özellikleri kodlayan; gerçek dostluğu, dürüstlüğü, vefayı, sevgiyi, hazzı, sıcaklığı, samimiyeti, tutarlılığı, dayanışmayı, paylaşmayı, yardımı, güveni, merhameti, paylaşmayı, güler yüzü, yaşama sevincini vb. özledim.

Bunları yaşayanlara, paylaşanlara, yansıtanlara gıpta ediyorum. Geçmişte örneklerini çokça görebildiğimiz bu hasletleri iştiyakla arıyorum.

Komşusundan gelen et kokusunu duyan, evladına bir parça istemek için giden, fakat “bu et size haramdır” cevabını duyduğunda, açıklamasını isteyen, “çucuklarım üç gündür aç, dayanamadım sokakta ölmüş bir eşekten keserek getirdim, size veremem” sözü karşısında gözleri yaşlanan, “bu yıl da bizim haccımız bu olsun” diyerek hac parasını komşusuna vererek, olanlardan bihaber olduğu için, binlerce özürler dileyen böylesi yürekleri özledim.

Sefere çıkan bir ordunun yorgun, aç, muhtaç bir ruh haliyle, savaşın getirdiği meşru toleransları bile kullanmadan,  uzun ve meşakkatli yolculuğa dayanamayarak; geçtikleri bağdan bir salkım üzüm koparıp yemek zorunda kalan, fakat ücretinin birkaç misli bir akçeyi asmanın dalına bağlayan askeri özledim.

Bağcının, bağından geçen askerlerin hiç zarar vermediğini anlayıp, asmanın dalındaki parayı gördüğünde, inanç farkını, hasım olma duygusunu bir kenara koyarak, böylesi askerlerin ödüllendirilmesini istemek adına padişaha koşmasındaki  “hakkı teslim” duygusunu özledim.

Durumu öğrenen hükümdarın; “ücretini bıraksa da izinsiz başkasının malını almak caiz değildir. Böyle bir askerle zafer kazanılamaz” diyerek o askeri ordudan geri göndermesindeki adaleti ve takvayı özledim.

Bir bayram sabahı Eyüp Sultan’daki uhrevi hava içinde cami avlusundaki şadırvandan su içen ak güvercinleri özledim.

İnsan yaşamı ile iç içe olan, taşlarındaki el emeğinin zarafeti ile içimizdeki ürpertilere nakış olarak korkularımızı kovan, servi ağaçları ile gerçek yaşamımızda bile göremediğimiz bir estetikle peyzaj mimarisinin en güzel örneklerini sunan, yaşam kadar gerçek olan ölümün ürkütücü havasını bertaraf eden, ahirete tatlı tebessümlerle köprü kuran cami avlularındaki kabristanları özledim.

Padişahlık kavramının zihinlerde bıraktığı zevk ve sefahat duygularının aksine, aylarca at sırtında çeşitli meşakkatlere katlanan,

 ölümü göze alarak çöllere dalan, niyetinin, takvasının, amellerinin mükâfatı olarak, Peygamber efendimizin(sav) bizzat çöle teşriflerini görerek, hürmetle atından inip, edeple takip ederek, ordusuyla Sina çölünü aşan,

 hutbede imamın iltifat olsun diye kendisine hitaben; “şerefül harameyn” demesine gönlü razı olmayan, müdahale ederek “hademül harameyn” dedirten, mukaddes emanetlere gereken değeri, ihtimamı göstererek pay-i tahta taşıyan, bu değerlerin bizlere ulaşmasına vesile olan ulu kumandanı özledim.

Vasiyetinde, kendisi ile birlikte sakladığı bir çekmecenin de gömülmesini isteyen Muhteşem Süleyman’ın şeyhülislamı, “bakmamız lazım caizse gömülsün” demesi üzerine açılan çekmeceden kendi fetvalarının çıktığını gördüğünde; “sen kendini kurtardın, benim halim nice olur” dedirten bir padişahın adaletindeki titizliği özledim.

Mukaddes değerler adına cihada bayram havasında giden, şehitliği en yüce bir makam olarak özümseyip, ölümle barışık yaşayan serdengeçtilerin, son nefeslerinde kendilerine verilen suyu içmek üzere iken bir başka yaralının “su “ demsine dayanamayıp “ona götür” diyen, suya kanamadan şehadet şerbetini içerek, arkadaşını kendine yeğlemesindeki merhameti, asaleti özledim.

Fakrı zaruret içinde, kendisinden daha donanımlı ve fazla olan düşmanla mütevazı silahları ile mücadele ederken, mevziden çıkarak hücum eden arkadaşının vurulmasını gören Anadolu evladının dayanamayarak yanındakilerin “gitme sen de vurulursun” demesine aldırmayarak, makineli tüfek yağmuru altında koşan; duru, temiz, yürekli vatan evladının arkadaşını kucaklamasındaki ahde vefayı, vurulan arkadaşının son nefesini verirken “geleceğini biliyordum” sözündeki minneti, teşekkürü, Çanakkale geçilmez destanına imza atan gizli kahramanları özledim.

Binlerce kere kendisinden miktar,  silah ve imkan bakımından üstün düşmana karşı korkmadan, yılmadan, dinlenmeden, tam bir teslimiyet içinde kendi vatanını koruma uğruna ölüme tebessümle karşı koyarken, vurulan düşman subayının feryatlarına dayanamayarak kurşun yağmuru altında koşarak kucaklayıp  sipere taşıyan Mehmet’teki merhameti, asaleti özledim.

Özledim…

İnsanlığı… vefayı… karşılıksız sevmeyi… hoşgörüyü… merhameti… affetmeyi…acımayı…kendimizle barışık olmayı… tebessümü… masumiyeti… sadeliği… mütevazılığı… vakarı… alçak gönüllü olmayı… bağışlamayı… hatırlamayı… paylaşmayı… “biz” demeyi…dayanışmayı…empati yapmayı… dostluğu… kin tutmamayı…

“Kim olursan ol yine gel” diyen gönülleri,

“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil …”
diyen dilleri özledim.

Akbulutlara binerek giden güzel insanları… nadide günleri… Güzel olan her şeyi…

En çok da özlemeyi… ÖZLEDİM…

Sevgiyle kalın…