Küçük ayında köstebekler dahi topraktan başını dışarı çıkarmadan tarlaya düşerdiniz annenle. Anneciğin bir kazma, bilemedin bir bel boyunda ya var ya yok. Peştamalı çoğu zaman yerlerde sürünür. Önde anacığın arkada sen.
Kolay değil sevduceğum, annen sekiz çocuk bakıyor. Sekiz çocuk, sekiz uşak. Sekiz yavru. Annene sorulduğunda kaç uşağın var diye, ne kadar da gururla söylerdi. Sekiz uşağım var diye Gariban anacığın ne baba ne amca ne dayı, hiçbirini tanımadı. Nasıl tanısın ki? Yemen’de mi? Sarıkamış’ta mı? Irak’ta mı yoksa Kuva-yı Milliye mücadelelerinde kahraman Topal Osman’la Karadeniz’in dağlarında mı? Nerede öldü bu yiğitler hiç bilmedi, bilemedi garip.
Ağabeyin, dedenin nerede olduğunu sorduğunda, anacığın o zamana kadar biriktirdiği tüm acıları boşaltırcasına, ne kadar da ağlamıştı. Bilmiyorum uşağım, nereden bilirim ben demişti. Ama olsun siz varsınız ya, ahrette elbet bir gün görürüm onları demiş ve bir daha sizin evinizde dede kelimesi geçmemişti. Anacığın tepeden tırnağa hasret yüklü bulut gibiydi.
Annen ve annem ne kadar uşakları severlerdi. Yan bakmazlardı. Toz kondurmazlardı. Sen ne kadar kıskanırdın.
İlk kez siz patates ocaklarını kazarken fark etmiştim seni. Sen ne kadar büyümüştün. Büyük görüneyim diye beline birde kuşak sarmıştın. Sırtındaki sepete beş kere sığardın. İkindi vakti yaklaştığında annen senin yorulduğunu anlar, haydi kızım sen eve git de kalaylı kazanda Rus patatesi pişir deyip, seni eve gönderirdi.
Mısır kazmalarında annenle mecilere giderdin. Bize meciye geldiğinde, bu kız acaba kazmayı kaldırabiliyor mu? Diye seninle dalga geçmiştim. Akşama kadar sinirden hiç mola vermeden çalışmıştın. Öğleyin annemin yaptığı buğday bazlamasından bile yememiştin. Hem bazlama, hemi de buğday unundan. Yememiştin de bana sinir olmuştun.
Mısırlar bir kazma boyuna ulaştığı bir sabah çamaşır ipinizde ineklerinizin göç başlıklarını yıkamış asıyordun. Hem asıp hem de ‘Yaylanın çimeninde
Buldum bir kukuvacık
Alacağudum oni
O da benden ufacuk’ diye türkü söylüyordun.
Kız sen ne zaman büyüdün de türkü söylemeye başladın. Sanki inekleri başlıklarını takarak değil de kendini süslüyordun. Hele inekleri, ahırdan başlıklarıyla birlikte çıkardığında ne kadar da gururla onların arkasından bakıyordun. Ama bir ayna olsa da kendine bir baksaydın.
Sanki Kaçkarların, Karpatların, Uralların, Altayların bütün çiçekleri fistanında toplanmış. Ortaasyanın en nadide kilimlerini ören nineler, sanki senin çoraplarındaki örnekleri toplanıp örmüşler. Kımızı beyaz çizgili peştemalını, Arif Nihat Asya’dan ödünç almışsın. Siyah şifondan çemberinden sarkan sarı zülüflerin ve mavi gözlerin adsız ve isimsiz Kuman Kralı Basaraba’dan emanet.
Seni gidi Kuman – Kıpçak çakırı seni. Yüzünde benden, benim gönlümden emanet. Sahi nerden öğrendin böyle göç alayı süslemesini. Kimdi seni süsleyen böyle? Göç yollarında atma türkülerle ilanı aşk edilirmiş Kadırga Yaylasında.
Sevduceğum sen niye süslendin ki, ben buradayım. Doğru ya henüz …..
O yaz hiç bitmek bilmedi. Geceler gündüzler düğünlerde atma türkü ustası olup çıkmıştım.
Ayişem ineklerun
Hep karabaş karabaş
Gelirmisun benumlan
Yaylalara arkadaş
Ayişeme kimseler
Yan gözlan bakmayacak
O yaylaya çıkmadan
Çiçekler açmayacak.
Dayanamadım, en sonunda sırf seni görebilirim diye Kadırga şenliklerine gittim. Saatlerce dolaştım. Sonra siyah şifon çemberinin uçlarıyla yüzünün yarısını kapatıp, horon oynayanları utangaçça seyrediyordun. Seni ne kadar seyrettim bilmiyorum. Anam; ‘hayde uşağum gidelum’, dedi.
Göçler bir akşam üstü döndü. E kız seni ne çok özledim bir bilsen. En sonunda karar verdim, sana, seni sevdiğimi söylemeye. Sizin evde mısır soyma mecisine geldik. Herkes annesini, babasını sinir etmek için mısır koçanlarının uçlarını bağlayıp önlerine atıyor. Tabi bağlı mısır, anne ya da babanın önüne gelip onlarda bu mısırı soyamayınca sinirleniyorlar. Kimden şüpheleniyorsa mısırı onun kafasına patlatıyor.
Gençler aynı işi yapınca ise ilanı aşk edilmiş oluyor. Bende mısırı bağlayıp senin önüne attım. Sana bir nevi ilan-ı aşk ettim. Sen mısırın bağlı olduğunu anlayınca hemen bana baktın. Bana baktın o mısırı bağlayanın, gönüllerimizi bağlayalım diyenin ben olduğunu tahmin ettin. Çakır gözlerin ile ondörtlü tabancasının namlusu gibi bana bakıp iki kere olur anlamında başını salladın.
Ertesi yaz seni istettim ve evlendik. Askere giderken ilk uşağımız beş aylıktı. Komando olarak askerliğimi yapıp gelmiştim. Niyetim altı ay bekleyip askerliğini komando olarak yapanlara tanınan polis olma hakkından yararlanmaktı. Babam daha bu uşak ne bekliyor? Gitsin çalışsın diye annemi sıkıştırıp duruyor. En sonunda dayanamadım. Askerden geldikten bir ay sonra çalışmak için Zonguldak’a gittim. Zonguldak gönüllü mezara girip para kazanmaya gelenlerin yeri. Zonguldak gençlik hırsızı, Zonguldak ciğer doymazı.
O zamanlar gurbete çıkanları ilk aklına gelen yer Zonguldak idi. Ben kimseyi tanımıyorum. Yıllar önce kan davasından dolayı göç eden Tonyalıları aradım buldum. Onların aracılığı ile yani torpil ile madene girdim. Torpille gençliğimi Zonguldak’ın köküne verdim.
Sevduceğum, yirmi beş sene sonra döndüm. Artık yalnız yürüyemiyorum. Baston taşıyorum. Evimizin bir tarafı oksijen tüpleri dolu. İki adımda nefesim kesiliyor. Allah’ın yarattığı nimetler benim bedenim kadar kime zarar verir bilmiyorum. Azıcık tuzlu yesem ayaklarım davul gibi şişer. Tansiyonum fırlar. Şekerim çıkar.
Aah sevduceğum bu gün sabah olacak mı acaba? Lanet bir öksürük boğazıma yapıştı kaldı. Oksijen tüpüne gitmeye ne mecalim ne de dermanım var. Sen kaç gecelerdir beni yalnız bırakmamak için başımda bekliyorsun. Karşımda sedirin üstünde uyuyup kalmışsın. Sana sesimi dahi duyuramıyorum.
Bir bilsen sevduceğum, Mardin dağlarında, sınır boylarında geceler günler boyunca tepeden tepeye kaçakçı-hırsız kovalayan attığını vuran, namlı komando Sarı Ahmet, şimdi sesini dahi sana duyuramıyor.
Madene çalışmaya başladığım ilk zamanlarda kazmayı vurduğumda Çavuşumuz “oğlum yavaş, grizuya gerek kalmadan sen bizi buraya canlı canlı gömeceksin” derdi. Şimdi boğazıma yapışan o lanet balgamı dahi atamıyorum. Ah Zonguldak, ciğer hırsızı.
Rahmetli anacığım beni gurbete yollarken peşimden hem ağlamış hem de
‘Ah Zonguldak Zonguldak
Yedun Tonyalilari
Kiminun yari ağlar
Kiminun sevdalilari’ demişti. Benim güzel anacığım, her halde şimdi ölüyorum. Selam olsun ciğerleri, yüzleri, kömür tozuna bulanmış tüm madencilere.
Evet sevduceğum, ayrılık vakti şimdi. Şunu çok iyi bil ki;
Gözüm kör olsun
Sevmedim ülküden başkasını,
Başı dumanlı dağları
Dilgar kayasında uçuşan saçlarını
Ah bir de seni, bir de seni sevduceğum.