Aynı şeyi bir süredir birkaç kez yaşadım: Yazı yazmak için bilgisayarı önüme alıyorum, yazacağım konuyu seçiyorum, yazının çerçevesini belirliyorum, yazmaktan vazgeçip bilgisayarı kapatıyorum. Siz bunun adına ister tembellik, ister isteksizlik deyin. Davutoğlu’nun uzun bir siyasi değerlendirme yaptığı konuşmasındaki “Sansür çok kötüdür ama en kötü sansür, otosansürdür…” cümlesindeki “otosansür” kelimesini işitince bu “gel git”lerin nedenini çözdüm. Meğer ben kendime “otosansür” uyguluyormuşum.
Sansür, “Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin yayımının ve gösterilmesinin izne bağlı olması, sıkı denetim.”, otosansür ise “Kişinin veya kurumların kendi kendilerini kısıtlaması.” diye tanımlanabilir.
Sansürle ilgili çok şey söylenebilir. Peki, otosansürü kişi niçin uygular? Sebebi, bir korkaklık mıdır, özgüven eksikliği midir, fincancı katırlarını ürkütmeme, dostları üzmeme, düşmanları sevindirmeme hassasiyeti midir? Her yazı, davranış ve ifadenin domino etkisi yapacağı düşüncesiyle sonuçlarına tahammül edememe cesaretsizliği midir, konjonktürel değerlendirme midir, stratejik öngörüyle bir irade ortaya koymak mıdır?
Sadece konu seçiminde değil, kurduğum her cümlede, seçtiğim her sözcükte kılı kırk yarma hassasiyeti her yazar gibi beni de yeterince yoruyor. Kullanılan her kelimenin, yaydan çıkan ok gibi bir daha dönmeyeceği bilinci, bana otosansürü her yazımda yaşatıyor. Dilin yapı taşı kelimelerin, kullanılan cümledeki, bağlamındaki manasını ve karşılığını tam olarak bulma çabası zaman ve enerji sarfına yol açıyor. Bunlar, yazının ve yazarlığın gergefindeki doğal zorunluluklar. Peki sıkıntı nerede?
Yazılarımı genellikle “tespit, tahlil, teklif” planı üzerine kuruyorum. Bana göre, teklife dayanmayan tenkit; samimiyetsizliktir, israftır, ihanettir. Ele alıp işlemeyi, tahlilini yapmayı düşündüğüm konu sonunda getireceğim teklifin anlaşılmayacağı veya yanlış anlaşılacağı endişesi beni yazı yazmaktan alıkoyuyor. İdeolojik kafaların ürettiği sloganlaşmış cümlelerle değerlendirilmeyi kabullenemiyorum. Zümer Suresi 18. ayette geçen “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” müjdesi ve tesellisi olmasa belki bir daha yazı yazmayı düşünmeyeceğim.
“Alıcısı olmayan mal yitiktir, marifet iltifata tabidir.” demiş atalarımız. İltifat beklentimiz yok, yitik olma kaygısından vazgeçtik, maalesef farklı fikir üretip bunu dillendirenlerin tahkir edildiği, her dönemde olağan bir vakıa. Dolayısıyla sıra dışı, siyasi konjonktüre ters düşüncelere sahip kalem erbabı, kendini otosansüre mahkum ediyor.
Batılı bir sömürgen, Afrikalı bir yerliye: “Özgürlüğü ne yapacaksın, karnın aç, bizden ekmek istemen daha doğru değil mi?” der. Yerli: “Özgürlüğüm olmazsa açlığımı nasıl haykıracağım?” cevabı verir. Otosansür, sonuç olarak sansürü davet eder. Sansürü kaldırmanın ön şartı, otosansürü kırmaktır.
“Batıda hükumet sansürü yerine seviye sansürü vardır. Bu seviyenin olmadığı memleketlerde kanun düşünceyi hudutlandırır. Düşünce hürriyeti isteyenler daha evvel düşünce seviyesinin yükselmesine hizmet etmelidirler.” diyen Peyami Safa, seviyesizliğin olduğu yerde sansürü gerekli görür. Sansür, kişi ve toplum kalitesini yükseltmeye yarayan bir sosyolojik enstrüman olarak kullanılabilir. Kişinin kendine uyguladığı sansür olan otosansürde de aynı ölçü olursa yakınma gerekçesi kalmaz.
Ne kadar farkındayız, bilmiyorum. Otosansürü kabullenmemizi öneren bir kültürün içinden geliyoruz. “Mahallenin delisi sen misin?”, “Doğrucu Davut olmak senin neyine?”, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” gibi öğütleyici, aşağılayıcı sözlerle hepimiz otosansürü içselleştirerek yetişiyoruz. Olması gereken, nesilleri, seviye kazandırıcı ve cesaret verici sözler üreterek yetiştirmektir; bireylerin özgüvenini, toplumların kalitesini artırmaktır.
Kişi; utanma duygusu, günah ve ayıp olur korkusu, başkalarına zarar verme ve zulmetme endişesi sebebiyle otosansürü doğal olarak uygulamaktadır. İnsani duygularla kendimizi baskı altında tutmak, kontrol etmek, kişi kalitesiyle doğrudan ilişkilidir. Seviyeli iç denetim; saygın şahsiyeti, sağlıklı bir toplumu, kalıcı medeniyeti inşa eder.
“Kaynayan kazan, kapak tutmaz.” der atalarımız. Kötü olan, kişinin, gördüğü zulmü, uğradığı haksızlığı, yaşadığı adaletsizliği birtakım dış kaygılar dolayısıyla dillendirememesidir. Kişinin, söyleyeceği bir sözden, getireceği samimi bir tekliften dolayı zarara uğrayacağını, dışlanacağını düşünmesi, bu korkuyla kendini değersizleştirmesi, pasifleştirmesi hiç de insani bir hal değildir. Otosansür nedeniyle kişilerin, hayat haklarımızdan vazgeçmesi, “aman sen de!” düşüncesine sahip olması, “ben doğmadan ölmüşüm” karamsarlığı yaşaması; üretmeyen bireylerin, geri kalmış toplumun teşekkülüne yol açar. Bu tür insanların, medeniyette sözleri, tarihte izleri olmaz.
Otosansür, sansür gibi açık olmadığı için görünmez. O, insan şahsiyetini gizli gizli çürüten virüstür. Bu virüsü yetiştiren ve yaşatan bataklığı tespit ve yok etmek; siyasetçilerin, eğitimcilerin öncelikli görevidir. İktidar sahipleri, kendilerine emanet edilen kudretin hakkını vermek mecburiyetinden dolayı, iç ve dış özgürlüğünü tam teneffüs edebilen bireylerin yetişmesi için, eğitimcilerin, toplum önderlerinin önünü açmalı, fıtratımızı bozan bataklığı derhal kurutmalıdır. Asırlık çınarlar, özgür ortamlarda yetişir.
Herkesin aklı kendisine yeter, kimse kimseden daha akıllı değildir, bırakın herkes konuşsun. Konuşandan değil, susandan korkmak lazım. Kazan kaynamasın, kapak patlamasın. Yazan yazsın, çizen çizsin. İyi ile kötü, doğru ile yanlış ancak birbirinden böyle ayrılabilir. Buna doğal seleksiyon denir.
Şimdi sorayım: Beni kaç kişi anladı? Yoksa siz de “Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı.” dediklerimden misiniz?