Köprünün altından çok sular geçtiği, artık eskisi gibi gelenin keyfi için, geçmişe sövmenin artık geçerli akçe olmadığı bir zamandayız. Yine de Nuh Nebî’den kalma kabîlinden ve nâdirattan addedeceğimiz kimseler var.
İlim kürsülerinden ilim adına etrafa herzeler saçmaktalar. Körpe dimağlar, zinde kafalar ümitsizliğe sevkedilmekte, aydınlık dünyaları karartılmakta.
Şüphesiz anladınız. Hâlâ Osmanlı’ya bakışlarını düzeltememiş, dünyanın gelip geçmiş en parlak, en âdil, en muhteşem devletini, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi içine bir türlü sindirememiş -ilim adamı demeye dilimiz varmıyan- ilim adamları var aramızda!
Resmî Târih bile, artık Sultan Vahideddin’in vatandan ayrılışını “terketti” lâfzıyla vasfederken; dost-düşman herkesin ittifak-ârâ / görüş birliği ettikleri; asrın en büyük siyasî dâhisi Gök Sultan / Ulu Hakan Abdülhamid’e yersiz, yakışıksız ve haksız olarak verilen “Kızıl Sultan” lâkabını terketmiş iken, Osmanlı’nın yokluğu Filistin’de, Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Afrika’da bütün ciddiyetiyle hissedilirken; (……) Üniversitesi’nde, İnkılâp Târihi derslerinde Osmanlı’nın; “vur abalıya” misali yerden yere vurulması, ne acı, ne büyük talihsizlik!
Bu Üniversite’nin ikinci sınıfında okuyan Makedonyalı Z. adındaki kızımızın hislerine tercüman olan konuşması ve içini arkadaşlarına aktarması ne kadar düşündürücü. Diyor ki kızımız:
“Bizler Osmanlı Osmanlı diyerek büyüdük. Osmanlı, bizlerin gözünde çok büyük. Osmanlı aleyhinde sarfedilen her söz; yüreğimize saplanan bir hançerden farksız. Osmanlı kötülendikçe moralimiz çok bozuluyor. Sevdiğimiz saydığımız geçmişimize dil uzatılması, bizi kahrediyor. Her dersten ağlıyarak çıkıyorum!”
Türkiye’de okuyan bu kızı görmeye gelen anası ise, unutturamadıkları o güzelim Türkçesiyle, Ana Vatan Türkiye’den manevî yardımlarını esirgemiyecek ehli feragat sahiplerini oraya, Eski Osmanlı Beldesi’ne çağırıyor:
“N’olur gelin diyor. Maddî değil, manevî yardım ve desteğe ihtiyacımız var. Unutmadığımız fakat unutturulmak istenen mâzimize sahip çıkmak, bizi biz yapan manevî havayı teneffüs etmek istiyoruz. Gelin bize, uzatın ellerinizi, bırakmayın bizi melûl-mahzûn küffâr arasında.” Diye feryât ediyor.
X
Bütün bunlar bana Arnavut asıllı, Ohri Medresesi mezunu merhum Yusuf Kurtiş adlı hocamdan dinlediğim -aslî yazılışı bende mahfûz- bir Sırp şâiri’nin şu mısraını hatırlattı:
“YOLLAR BİLE TÜRKLERİ ARIYACAK AMA, TÜRKLER BURADA ARTIK YOK!”
X
Bosnalı’nın başına gelen, Makedonyalı’ların başlarına gelecek olan ve Türkiye’mizin başını ağrıtmaları, iç-dış gâilelerle meşgûl etmeleri, onların Osmanlılıklarından, bizlerin ise Osmanlı ahfâdı / torunları oluşumuzdan ötürü değil mi?
Biz, istesek de istemesek de, Osmanlı olmaya ve Osmanlı kalmaya mahkûmuz.
Ve bundan menfûr değil, müftehiriz müftehir.
İftihar ediyoruz iftihar.
288- 289