Oruç, insanın içtimai / sosyal hayatına bakar. Bu hususta çok hikmet, fayda ve gayeler gözetir. Çünkü, insanlar; maişet ve geçimini temin hususunda muhtelif ve çeşitli suretlerde yaratılmışlardır. Aynı işte, aynı branşta çalışanlar bile aynı başarıyı elde edemez, aynı sonucu alamazlar.
Zira her insanın aklı, zekası ve kabiliyeti başka başkadır. Tıpkı, aynı tohumun; ekildiği toprağa göre neşvü nema bulması, gelişip büyümesi gibi. Çünkü, aynı imkanları, insanların değerlendirmesi birbirinden farklıdır.
Keza, aynı sermaye, aynı para miktarı ile aynı işe yönelen, aynı yatırımı yapan kişilerin alacağı sonuçlar da birbirinden farklıdır. Çünkü, başarıda sermayeden ayrı olarak, kabiliyet ve istidatlar büyük rol oynar. İş icabı yapılacak görüşme, münasebet ve ilişkilerde gösterilecek tavır ve davranışların da başarıda büyük dahli ve rolü vardır. Hatta, giyiniş tarzı ve hitap biçiminin de, muhatabı teshir ve etkilemede payı büyüktür.
Bir de işin nasip tarafı vardır. Kaderin aklımız ermeyen taraflarında insana biçilen ilahi takdir de, başarıda söz sahibidir. Yüce Allah, kuluna; ebedi hayatına halel getirmeyecek bir yol çizer.
Kiminin kazancı yerinde olur. Kiminin de, ne kadar çırpınsa yerinde sayar. Belli bir sınırda kalır. Onun için insandan çalışmaya değil, neticeye kanaat etmesi istenir. İnsan, elbette daha fazla kazanmak için yanıp tutuşacak. Fakat buna rağmen kazandığı ile yetinecek. Yani kazandığına kanaat edecek. Bunca çalışmasına rağmen istediği sonucu alamamaktan ötürü Allah’a karşı isyan bayrağını açmayacak. Çünkü, ne kadarlık kazancın ebedi hayatı teminde kendisi için hayırlı olacağını kul kestiremez.
Demek ki, kul’a düşen çalışmak hep çalışmaktır. Lakin sonuca kanaat edip itiraza sebep ve bahane aramayacak. Nitekim, hayatta çok rastlamışızdır. Öyle kimseler vardır ki, aklı zekası yerinde, üstelik çalışkan fakat ne kadar çalışıp çabalasa belli bir noktadan ileri gidemiyor!
Öyle kimseler de vardır ki, öyle ahım şahım akıl fikir sahibi değildirler. Fakat tuttukları altın olur. Kazandıkça kazanırlar. Çünkü, Yüce Allah onlara -tabiri caizse- “Yürü ya kulum!”demiştir.
İşte burada, Kader’in bir taalluku / işe karışması vardır. Bizler hakkımızda neyin hayırlı olup olmadığını bilemeyiz. Öyleyse, elbette her hususta maddi – manevi yükselmek, kazanmak, çok daha ileri gitmek için elimizden geleni yapacak; yani çalışmaya kanaat etmeyeceğiz. Az da kazansak çok da kazansak hep çalışır olacağız. Fakat neticeye kanaat etmek, sonuçla yetinmek şartiyle. Aksi takdirde manevi hayatımız kararır. Aynı zamanda Mutlak Kadir Yüce Allah’ı da gücendirmiş oluruz.
İşte bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü, Cenabı Hakk, kazançlardaki ihtilaf ve çeşitlilikten dolayı, zenginleri fakirlerin yardımına davet ediyor. Çünkü, çevremizde çeşitli bela ve musibetler sonucu, fakir düşmüş her şeyini kaybetmiş kimseler vardır. Dikkat edersek, bir dilim ekmeğe muhtaç, sıcak bir köşeye hasret nicelerini görebiliriz. Şair ne güzel söylemiş:
“Baran yerine dürr ü güher yağsa semadan
Bibaht olanın bağına katresi düşmez.”
Yani “Gökten yağmur yerine inci ve cevher bile yağsa, nasipsiz olanın bağına bir damlası düşmez!”
Halbuki zenginler, fakir ve fukaranın acınacak hallerini ve açlıklarını, ancak oruçtaki açlıkta tam olarak hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefislerine düşkün çok zenginler vardır ki, açlık ve fakirlik ne kadar acınacak bir durumdur bilemezler! Onların şefkat ve merhamete ne kadar çok muhtaç olduklarını idrak edip anlayamazlar.
Bu bakımdan, insanın hemcinsine karşı duyduğu şefkat; asıl şükrün ve bir çeşit teşekkürün bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir derece daha fakir birini bulabilir. Çünkü o gibilere karşı, şefkatli olmak ve merhametle dolmakla mükellef ve yükümlüdür.
Eğer Allah’ın emriyle oruç tutarak nefsine açlık çektirmek mecburiyetinde kalmazsa, şefkat ve merhametli yaratılmış olması hasebiyle, muavenet ve yardımla mükellef ve yükümlü olduğu insanlara gereken ihsan ve iyiliği yapamaz. Yapsa da, tam olamaz. Çünkü, o açlık ve yokluk halini, kendi nefsinde hissetmiyor.