Dergiler muharrir ve fikir adamı okuludur: İbnülemin Mahmud Kemal İnal (1871-1957) Hüseyin Câhit Yalçın (1874-1957), (Orhan Seyfi Orhon (1890-1952), Fâlih Rıfkı Atay (1894-1971), Peyami Safa (1899-1961), Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962),Ahmet Kabaklı (1924-2001) gibi Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız pek çok yazarın ilk kalem denemeleri dergilerde olmuştur. Dergiler aynı zamanda fikir fidanlığıdır. Okuyucusu olduğu dergilerle fikir dünyasındaki yerini belirleyen çok insan vardır. Dergiler, gazete gibi günübirlik değil, en azından haftalık, aylık sürelerle, el altında-göz önünde bulunduğundan kalıcıdır. Kitabın resmî soğukluğundan uzaktır, cana yakın ve sevimlidir.
Türkiye’de ilk Türkçe dergi, Vekayi-i Tıbbiye adı ile 26 Mart 1849 târihinde, Aylık yayın programı ile İstanbul’da yayınlandı.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne Nezâreti tarafından yayımlanan dergi, Hekimbaşı Abdullah Molla’nın başvurusu üzerine pâdişahın izni ile yayın hayatına başladı. Dergide, tıp alanındaki ülke içi ve dışı gelişmeler yer alıyordu. Halk sağlığı, ilâçlar ve tıp gereçlerinin tanıtılması gibi konularda tercüme yazılar bol idi. Sağlık alanındaki yeni kanunî düzenlemeler de hekimlere duyuruluyordu. Denilebilir ki devletin yayın organı idi. Derginin yayını 1851 yılına kadar devam etti.
Sonraki dergi için 11 yıl beklemek gerekti. Mecmûa-i Fünûn, Mayıs 1862’de, yayımlanmaya başladı. Münif Mehmed Paşa yönetimindeki dergi. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye isimli kuruluşun yayın organı idi.
Osmanlı’nın son dönemlerine girilirken dergi yayıncılığı Anadolu şehirlerine yayılmıştı.
Mizah, eğitim, kadın, çocuk, gençlik, spor, sanat, moda… ve akla gelebilecek her konuda yayın yapan dergiler, Cumhuriyet döneminde de yayınlarına devam etti.
Türk Yurdu Dergisi’nin ilk sayısı 24 Ocak 1911 târihinde yayınlanmıştı. Cumhuriyet döneminde de yayınına devam ederek günümüze kadar ulaştı.
01 Kasım 1922 târihinde Osmanlı Devleti resmen târih sahnesinden çekildi. Osmanlı döneminde yayın hayatına girip Cumhuriyet döneminde bir kasmı aynı isimle bir kısmı da değişik isimle yayınlanmaya devam etti. Cumhuriyet döneminde 1. sayı ile yayına başlayan ilk dergi Akbaba oldu.
***
Hüseyin Nihal Atsız’ın yayınladığı ilk dergi, ‘Atsız Mecmua’dır. 1931-1932 yıllarında 17 sayı çıktı.
Orhun Dergisi 5 İkinci Teşrin 1933 (5 Kasım 1933) târihinde yayın hayatına girdi. Pek çok defa kapatıldı. Bâzen aynı isimle bâzen de isim değiştirerek yayınına devam etti.
Söğüt ve Millî Mecmûa dergilerini tekrar kültür hayatımıza kazandırarak dergi yayınlamaya başlayan Ötüken Neşriyat, bu defa çok köklü bir dergiyi; Hüseyin Nihal Atsız’ın Orhun Dergisi’ni tıpkıbasım olarak kültür hayatımıza armağan etti. Atsız’ın diğer dergilerini da tıpkıbasım olarak kültür hayatımıza kazandırması ümit edilir.
Orhun Dergisi Kasım 1933-Temmuz 1934 döneminde 9, Ekim 1943-Nisan 1944 dönemlerinde 7 sayı olmak üzere toplam 16 sayı yayınlandı. Bu 16 sayı; 29,5 X 21,5 santim ölçülerinde bez kaplamalı sert kapak içerisinde, 1. Hamur kâğıda basılı 413 sayfadır.
Romen rakamıyla numaralandırılan asıl dergi dışındaki sayfaların 5. ve 6. Sayfalarında Hüseyin Nihal Atsız’ın uzunca bir hayat hikâyesi, 9. Sayfada İçindekiler, 10. sayfadan 19. Ssayfaya kadar İlker Aytürk’ün ‘Atsız Efsânesinin Orhun Kökleri’ isimli, ilgi çekici bilgiler ihtiva den tahlil yazısı başlıyor. Yazının ara başlıkları, yazının muhtevâsı hakkında bilgi vermektedir: ‘Otuzlar ve Kırklar Türkiye’sinde Atsz Olmak’, ‘Orhun Hakkında Temel Bilgiler ve Mesleği’, ‘Irklar ve Irkçılık’, ‘Atsız’ın Temel Kavramı: Millî Ülkü’, ‘Antikomünizm’, ‘Orhun’da Kadın’. Bu bölüm, ‘Varia’ ile devam edip ‘Orhun’dan Sonra’ başlıklı bölümle bitiyor. Dergi sayfaları; 464. sayfaya kadar ‘Dizin’ ve ‘Genel Dizin’ bölümleriyle devam edip sona ermektedir.
‘Orhun’dan Sonra’ başlıklı son bölümün son paragrafı, Atsız’a saygılı Türk milliyetçilerine dolaylı bir mesaj mâhiyetindedir:
1 Nisan 1944 itibarıyla, yâni Orhun’un son sayısını yayımladığı gün Atsız artık bildiğimiz Atsız’dır. Orhun’dan Orkun’a, oradan Ötüken’e ilerleyen on yıllarda görüşlerinde küçüklü büyüklü bâzı değişmeler olacaktır, kadınların eşitliği meselesini tekrar gözden geçirecektir, biyolojik ırkçılık ısrarını yumuşatacaktır, İsrail’in kurulması ve 1967 Savaşı sonrasında antisemitizmi görünmez olacaktır ve en önemlisi, 1960’lardan itibâren ‘siyâsî ümmetçi’ dediği İslâmcılara açıkça savaş açacaktır. Evet, bu dönüşümler, değişiklikler olmuştur, doğrudur. Fakat Atsız da en bilinen yüzüyle ve artık iyi/kötü efsâneleşmiş kişiliğiyle 1944’te karşımızdadır. Orhun’un kapatılması, büyük Ankara nümayişi, Sabahattin Ali Dâvâsı, üç yıla yayılan 1944 Irkçılık-Turancılık Dâvâsı, ardından Süleymâniye Kütüphânesinde izole edilmesi, hep, 1944’e kadar oluşmuş şöhretini teyit edecektir.
Atsız’ın Türk milliyetçiliğinin panteonunda başköşelerden birinde oturduğuna şüphe yok. Ölümünden bu yana neredeyse bütün Türk milliyetçilerinin ve Türk sağından pek çok aydının saygı duyduğu ama pek de takipçisi olmadığı Atsız mirası, en kısa ifâdesiyle laiklik, bilimcilik, batılı hayat tarzı ve içeriği çok netleşmeyen ırkçılıktır. Fikirlerinin keskinliği ve tâvizsizliği, Türk seçmen kültürü ile uyumsuzluğu gibi sebeplerle Atsız siyâsî bir hareket inşa edemedi. Buna karşılık, baskın ve otoriter bir rejim karşısında dik durabilmenin örneğini verdiği için arkasında bir saygı hareketi kendiliğinden oluştu. Atsız’ı anlamak için Orhun’dan başlamak gerektiğini bilerek derginin yeniden basımının yeni akademik çalışmalara vesile olmasını diliyorum.
Dergilerin ilk sayının ilk sayfasındaki, Frenklerin ‘Manifesto’ kelimesiyle andıkları yazı; beyannamedir, taahhütnamedir, derginin üstlendiği vazifenin açıklamasıdır ve sâiredir… Bu sebeple çok önemlidir. Okuyucu, sunuş yazısındaki ifâdelere göre, dergiyi almaya devam etmek veya abone olmamak hususunda karar verecektir.
Orhun’un sunuş yazısı başarılıdır:
Hayatın kasırgası arasında herkes bir yol tutarak yürümeye çalışıyor.
Bu kasırga arasında irili ufaklı sesler işitiyoruz.
Bu seslerden kimisi geçmişe hasret çekiyor, kimisi geleceğe ümitle bakıyor.
Bize yabancı kaynaklardan haykıranlar da az değil.
Bâzılarının mânâsı hiç anlaşılmıyor. Bâzıları haykırırken bocalamakta…
Bâzıları da rengi belli olmayan bir bayrağın altına çağırıyor.
Biz, bize geçmişteki büyüklüğümüzü anlatan, ilerisi için ders veren ORHUN adını seçtik.
ORHUN geleceğe bakan geçmişin timsalidir.
ORHUN on iki asır öncesinin destanıdır; fakat on iki asır ilerisine kadar yol gösterir.
ORHUN geçmişteki büyüklüğümüzü, gücümüzü gösteren ışıktır; ilerisini de aydınlatır.
ORHUN ‘dün’ün, ‘bugün’ün, ‘yarın’ timsalidir.
Bu timsal altında toplananlar ‘zaman’ı yapan ‘üç an’ın bir olduğuna inanmışlardır.
Gelecek olan günler bugünün gününe karıştıkça vardır. ‘Bugün’ dediğimiz her gün ise esasen ‘dün’dür.
Bir ip yumağı gibi dönen zamanın ucu geçmişte, bu geçmiş te Turfan’da, Hoçu’da, Orhun’dadır.Medeniyetimizin dalları geleceğin yüksek dehâsında, fakat kökü geçmişin olgun millî şuurundadır. Duygularını, düşüncelerini, sezgilerini bu kaynaktan almayanlar, batıdan kültür dilenenler müspet bir şey yaratamazlar.
Gücünü ve yaratıcılığını Türklükten alan bugünün Türk kültürü hasta, duygulu, menfî düşünüşlü olamaz, olmamalıdır.
ORHUN’dan bize gelen ses marazî ve kozmopolit olmayan sağlam, erkek, milliyetçi ve hayat fışkıran bir sestir.
ORHUN’dan gelen yol Turfan’dan geçerek Ankara’ya uğrayan yoldur. Ankara, Adalar Denizi’nden Altay’ın daha ötesine kadar uzanan ulu bir varlığın kısaltılmış ifâdesidir… Bu yolun arkasında büyük bir ezeliyet, önünde yüce bir ebediyet vardır. Bu ebediyet bir ışıktır: Ankara’dan başlar, bütün Orta Asya’yı, oradan da cihanı aydınlatır.
ORHUN un yolcuları iyi insan değil, İYİ TÜRK istiyor. Dünyâda maddî, mânevî ne varsa bunlar birer vasıtadır. Ülkülerin ülküsüne: her şeyden üstün en büyük Türkiye!
Bize göre: kâinatı çevreleyen hava Türk kanını kızartmak içindir.
Türk bir vazife için yaratılmıştır. Bu vazife, kâinat Türkleştiği zaman biter.
Derginin ilk sayısında yer alan makale başlıkları ve yazarları:
*Millî Pragmatizm: Suut Kemal (Yetkin); *Dün Gece-Şiir: Atsız; *Üç Nehir-Şiir: Orhan Şâik (Gökyay); *Türk Târihi Üzerine Toplamalar: Atsız; 1-Türkeli, 2-İlk Türkler: İmzâsız; *Irkçılar (=) Rasistler karşısında Biyolojik Haile: Ö. Bedii; *Kahvehâne: Emin Kemal; *Eski Bir İddia ve Cevâbı: (Ş. Fahri); *En Eski Türk Müverrihi Bilge Tonyukuk: Atsız; *Mûsıkî Aruzu: Ahmet Yektâ; Düşünceler: Çobanoğlu Vasfi; *Türk Kadınının Hak ve Vazifeleri: Tolunay; Bu Gece (Şiir): Pertev Nailî (Boratav); *Yine Niçin Kaçtın? Tolunay; *Denize Karşı: Suut Kemal (Yetkin).
5 Birinci Kanun (Aralık) 1933 târihinde yayınlanan 2. Sayıda: *Türk Dili, *Hakîki Ebediyet; *Türk Târihi Üzerinde Toplamalar (3. ve 4. Bölüm); *Goethe’nin Pedagojik Düşünceleri; *Köy Müşâhedeleri; *Köyde Yedi Gün; *Mûsıkî Aruzu; *Hücrede Suyun Oynadığı Hayatî Rol; *Trakya’da Derlenmiş Sözler; *Kastamonu’da Köy Düğünleri; ve *Yolda başlıklı 10 makale; *Ovada Akşam, *Kastamonu Mânileri, *O Gece, *Gurbet ve *Yolda başlıklı 5 adet şiir vardı.
5. sayı, 21 Mart 1934 târihli olarak Atsız imzâlı 4 adet makale ile okuyucuya sunuldu.
Kısa bir aradan sonra yayınlanan 10. sayıda Atsız’ın 4 makalesi yanında Dr. Mustafa Hakkı Akansel, Nejdet Sançar, Besim Atalay, Nihat Sâmi Banarlı, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Ahmet Ersoy, Özbekoğlu, Mehmet Hayri Bayrı, Yusuf Kadıgil ve T. Bayındırlı imzalı makaleler vardı.
Orhun isimli Dergilerin sonuncusu, 16 numaralı ve Nisan 1944 târihli idi. Sonraki dergiler, Orkun, Atsız ve Ötüken isimleriyle okuyucuya sunuldu. Atsız’ın Başvekil Saraçoğlu’na ihtâben yazdığı ‘Açık Mektup’, bu sayıda idi. 16. sayıdaki diğer makalelerin yazarları: Fahriye Arık Kemaloğlu. Nejdet Sançar, Nedim Tunçsiper, Muvaffak Akman, Süleyman Çopur, M. Kemal Vural, Hasan Basri Çantay, Câvit Büyükakpınar, Sepicioğlu, Ali İhsan Karağaç, Bandırmalı Özâşık, Muharrem Doğdu, Selma Gücüyener, Basri Gocul, Mehmet Eker ve Usta Ozan imzalarını taşıyordu.
Cesur, Türkiye’nin geleceğini tehdit eden tehlikeleri açık ifâdelerle ortaya koyan, suçluların isimlerini ifşa eden, vatanseverlik duygularıyla kaleme alınmış satırlardır. Denilebilir ki uzun yıllar tesirleri devam eden ve Atsız’ın ismini ölümsüzleştiren kitâbe türünden yazılı belgelerdir. Kasıtlı ve yanlış bir isimlendirme ile ‘1944 Irkçılık ve Turancılık Dâvâsı’ şeklinde etiketlenen târihî dâvâ bu mektuplar sebebiyle açıldı. Mazlum ve mağdur milliyetçilere, ‘Tabutluk’ denilen işkence odalarında zulmedildi.
Mazlum ve mağdur Türk büyüklerinin alfabetik sırayla isimleri ve (bulunabilenlerin) doğum-vefat tarihleri:
Alparslan Türkeş (Lefkoşe, 25.11.1917 – Ankara, 04.04.1997) Cihat Savaş Fer, Demircioğlu Cebbar Şenel, Fazıl Hisarcıklılar, Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal (Seydişehir, 1913 – İstanbul, 1971) Fehiman (Altan) Tokluoğlu, Dr. Fethi Tevetoğlu (İstanbul, 31.01.1916 – Ankara, 27.12.1989), Hamza Sâdi Özbek, Dr. Hasan Ferit Cansever (Antalya, 1891 – İstanbul, 20.06.1969), Hibetullah İdil, Prof. Dr. Hikmet Tanyu (Ankara, 09.01.1918 – İstanbul, 11.02.1992), Hüseyin Nâmık Orkun (İstanbul – Kasımpaşa, 15.08.1902 – Ankara, 23.03.1956) Hüseyin Nihal Atsız (İstanbul, 25.01.1905 – İstanbul, 11.12.1975) Av. İsmet Tümtürk (İstanbul, 06.06.1916 – İstanbul, 26.02.1998) Muzaffer Eriş, Nejdet Sançar (İstanbul, 01.05.1910 – İstanbul, 15.02.1975) Nurullah Barıman, Orhan Şaik Gökyay (İnebolu, 16.07.1902 – İstanbul, 02.12.1994) Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan (İstanbul,1920 – İstanbul 18.01.2010) Sait Bilgiç (Şarkikaraağaç, 1920 – İstanbul, 13.08.1988) Sâlim Bayrak, Yusuf Kadıgil, Zeki (Özgür) Sofuoğlu (Adana, Karaisalı 24.07.1922-İstanbul, 18.04.2014) Ord. Prof. Dr. Zeki Velidî Togan (Başkırdistan, 10.12.1890 – İstanbul, 26.07.1970)
Duruşmaların ikincisi, 3 Mayıs 1944 târihinde yapılmıştı. Dâvâ, aslında, ‘Türk Milliyetçilerini sindirme – ezme maksadı’ ile açılmıştı. Fakat duruşmadan sonra Türk Milliyetçilerinin sindirilemeyeceği, asla ezilemeyeceği muhteşem bir şahlanışla cihana ilan edildi.
Bu şahlanışı kutlamak maksadıyla 1945 yılından sonra 3 Mayıs günleri, ‘Türkçülük Günü’ olarak değerlendirildi.
1992 yılında, Başbuğ Alparslan Türkeş, ‘Türkçülük’ kelimesinin ‘ırkçılık’ kavramını çağrıştırdığı gerekçesiyle, ‘Milliyetçiler Günü’ isimlendirmesinin daha doğru olacağını belirttiler.
Değerli dostlarımızın bir kısmı, her milletin milliyetçisi olduğunu ileri sürerek bu tavsiyeye sıcak bakmıyorlar. Haklıdırlar.
Şu üç hususu göz önünde bulundurmakta fayda var: 1-Irkçılık-Turancılık Dâvâsı’nı açanlar, Türkçülüğün, ırkçılık olduğunu iddia ediyorlardı. Kesin bir gerçektir ki Türk’ün kanında ve aklında ırkçılık geni ve düşüncesi yoktur. Diğer taraftan, günümüzde, Türklük aleyhtarları ve konunun câhilleri (Peyami Safa merhumun tâbiri ile mâhutlar ve gafiller); ‘Türkçülük’ kelimesinin ‘ırkçılık’ kavramını çağrıştırdığını her vesile ile iddia ve ilân ediyorlar. Böylece, 1944’teki yanlış isimlendirmenin izini tâkip ediyorlar. Onlara bu imkânı vermemek, akıllı bir tercih olur. 2- Başbuğun tavsiyesini kâale almakla, O’nun aziz hâtırasını tâzim etmiş oluruz. 3- Bir kısım dostlarımızın ‘Türkçülük Günü’, bir kısım dostlarımızın da ‘Milliyetçiler Günü’ demeleri, korkulur ki günün birinde ayrışmalara sebebiyet verebilir.
3 Mayıs’ı ‘Türk Milliyetçileri Günü’ olarak kutlamak suretiyle yukarıdaki üç mahzuru önlemiş oluruz.
Bu duygu ve düşüncelerle Türk Milliyetçisi dostlarımın-kardeşlerimin 3 Mayıs gününü tebrik ederim.
Her 3 Mayıs’ta yaşanan millî iman tâzeleme işleminin yeni ve daha muhteşem şahlanışlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, sevgi, saygı ve selâmlar sunarım.
Kurt ulur, At şahlanır…
At şahlanır, kurt ulur
Türk milleti kurtulur.
Türk milleti şahlanır; nizam-ı âlem kurulur.
Dünya kurtulur… insanlık kurtulur…
3 MAYIS TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN BAYRAMI KUTLU OLSUN
Selâm olsun Turan ülkesinde uyanılacak sabahlara Tanrı Dağ’ın direnişçilerine selâm…
Kerkük’te, Musul’da, Beşir’de, Telafer’de, Halep’te, Manas’ta, Saban’da kam ateşlerinde yüreklerini tutuşturanlara Almıla’lara, Ayyüce’lere, Aybala’lara, Kür Şad’lar yetiştirenlere selâm…
Alp Er Tunga sancağında erisin gönüller. Kırk yiğitle yedi düvel, dört bucak şan yürüsün Orhun’dan, Selenge’den Çin yurduna can yürüsün.
Selâm olsun Tanrı Dağ’ın yiğitlerine Mete Han’dan bugüne Kür Şad’dan Kül Tegin’e selâm…
Selâm olsun Ergenekon’dan Malazgirt’e Börteçine’nin gök gözlerine selâm…
Selâm olsun Enver’in buz tutan hayallerine Kuşçubaşı Eşref’in Kür Şad misali 40 eriyle cenge duruşuna selâm…
Selâm olsun Peygamber’in övdüğü Fâtih’in ordusuna Çanakkale’den Kafkaslara; Galiçya’dan Trablusgarp’a cephe cephe cenge duranlara selâm Selâm olsun,
Selâm olsun için için kaynayan ve uyanan Arpat’ın torunlarına Atlarının ayak sesleriyle Roma’yı titreten Attila’ya bin selâm…
Selâm olsun Kırım’da Gaspıralı’nın yaktığı ateşi kor kor yüreklerde taşıyan yiğitlere bin selâm…
Selâm olsun ‘sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana‘ diyen şehit analarına selâm…
Cudi’de, Gabar’da, Hakurk’ta, Mezi’de, Ari’de, Basyan’da, Kuringam’da, Beyazdağ’da, Balkayalar’da, Mezargediği’nde, Yüksekova’da, Dağlıca’da yurt için can verip, hâin kelleri alanlara Türk yurdundan yurt verilmez diyenlere Güneşi yükseltenlere selâm…
Ya istiklâl, ya ölümse bunun adı Yıkılsın Habur, yıkılsın dağlar yüz binlerce can yürüsün diyenlere selâm…
Selâm olsun Türk’ün dinini, sevgisini yaşayıp yaşatanlara, Türk yurtlarını koruyup, kollayıp, kuşatanlara Hakk buyruğu üzre kardeşini gözetip, mazluma yetişenlere, Sırayı şaşırmayanlara Sabrımızı taşırmayanlara Töre üzre yaşayıp töreyi yaşatanlara selâm…
Selâm olsun aydınlık ufukları gözleyenlere Yeniden Türk asrını özleyenlere selâm…
Selâm olsun çocuklarımızın Türk bakışlarına Mustafa Kemal’lere, Atsız’lara, Türkeş’lere, Muhsin’lere selâm…
Kahrolsun Türk düşmanları, Kahrolsun emperyalizm, Kahrolsun emperyalizmin yerli işbirlikçileri…
Yaşasın Kızıl Elma’mız. Yaşasın büyük Turan ülkümüz. Yaşasın büyük Türk milleti.
İl, devlet devlet kükreyecek Şan, ordu ordu yürüyecek Türk’ün olsun.
Mazlumların kurtuluşu, insanlığın huzuru için cihan mülkün; mülk Türk’ün olsun. Tanrı Türk’ü korusun!
(Alıntılarla derlemedir.)