Aslında Çardaklı köyünün şahsında, bütün Mesudiye köylerinin aşağı yukarı birbirine benzer durumlarını ve paylaştıkları müşterek / ortak kaderlerini ele alıp, dile getirmeye çalıştım. Tüm köylülerimizin halet-i ruhiye / ruh hallerini aktardım. Mesudiye ilçesine bağlı köylerin içinde bulunduğu fizik ortamı, bir nebze de olsa vasfetmiş, eski – yeni ahvalini kaleme almış oldum.
X
Köy – Kent projesinden önce, köyümüzün bu terkedilmişlik hale düşüşünün haklı bir gerekçesini, şimdi merhum olan köylüm ve ilkokul arkadaşım Ahmet; birkaç sene önceki bir karşılaşmamızda şöyle ortaya koymuştu:
“Muhsinciğim, demişti. Şayet İstanbul’a gitmek, gurbete çıkmak ihtiyacı gerçekleştirilmemiş olsaydı; bu tarlalar, bu çayırlar, bu bostanlar hangi birimize yeterdi? Çoğalıp artan ailelerin, yeni ev açmak isteyenlerin halleri nice olurdu? Hangi biri yeterince karnını doyurabilirdi? Allahtan İstanbul, kısmen Ankara ve özellikle Almanya’ya gitmek imkanı doğdu da, insanımız az çok bir geçim kaynağı bulabildi. Yoksa, hepimiz köyde kalsaydık, inan birbirimizi yerdik!”
Evet, o, aynı ilkokulda okuduğum, fakat yaşça benden büyük olan köylüm doğru söylemişti. Lakin ben, bu işte aşırıya gidildiği kanaat ve kanısındayım. Çok ifrat edildi. Fazla aşırı gidildi. Köyde kimse kalmaz, karar kılmaz oldu. Oysa köyün barındırabileceği sayıda aileler köyde kalmalı; bu kadar yoğun bir terk ediş; adeta arkasına bakmadan kaçış olmamalıydı!
Bunda biraz da, kadınların birbirine nispet yapmak isteyişin rolü vardı! O bu gider de, biz niye gidemez mişiz? diye kocalarını teşvik etmelerinin dahli vardı! İşte bu gibi düşünce ve yorumların da payını, yabana atmamak lazım!
Fakat şimdi bu aşırılık gideriliyor. Kimi aileler artık köyde temelli kalmanın yolunu arıyor ve buluyor da…Son zamanlarda köyde daimi olarak / kış – yaz kalanlar var. Ve bu sayı gittikçe artma temayülü, yani bayağı bir artış göstermekte; bu da bizleri sevindirmektedir.
Zaten şehirlerin nefes alması, Türkiye’nin rahatlaması, köylünün refah ve saadetine bağlıdır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk boşuna dememiş: “Köylü efendimizdir.” diye.
X
1952 – 1955 arası hayatım köyde geçti demiştim. Hafızamda yer eden birçok hususun, sonraları farkına ve bilincine vardım. Ve kendi kendime, şimdiki aklım olsaydı nice notlar tutar; bugünü aydınlatacak kültürel ışıklar edinir; günümüz problem ve sorunlarını çözecek bakış açıları ortaya koyardım.
Sonradan derk edip anladım ki, köyümüzün geçmişi çok eskilere uzanıyor. Köklerimiz ta Orta Asya’ya kadar dayanıyor. Nitekim o zamanki yaşlı insanların silüet ve yüz hatları gözümün önüne geliyor ve heyecanlanıyorum, soya sopa çekiş bu kadar mı olur Yarabbi? diye…Dikkatli bir nazar; insanımızdaki bu tarihi yüz hatlarını, bugün de görebilir.
Hayvan isimleri, çiftçilikle alakalı isimler, rençberlikte kullanılan alet ve edevat isimleri; bugüne ışık tutan belge niteliğindeymiş meğer…Bilhassa yöre adları, şimdi anlıyorum ki, milliyetimizin orijinini / çıkış noktasını gösteren sayısız unsurların adlarıymış…
Bu hususları düşündükçe, zamanında tesbit imkanını kaçırdığım için, kendi kendime hala esef eder, hayıflanır dururum…
X
Dikkatimi çeken ve aklımda kalan bir de şu husus vardı: Köylümüzün Türkçe’yi çok nezih, çok temiz ve çok güzel konuşmasıydı. O zamanlar İstanbul bilinmez. Gurbete gidilmez. Kısaca köyden çıkılmaz olduğu halde, inanır mısınız halkımız, çok güzel İstanbul Türkçesiyle konuşur söyleşirdi.
Güzel Türkçe ağzımızda, anamızın ak sütü gibiydi sanki…
X
Köyüm yolsuz molsuz iken, sanki Anadolu’da -istisnalar hariç- yol mu vardı ? İstanbul’a gidiş -deniz yolu dışında- külüstür sözde otobüslerle yapılırdı! Seyahat esnasında gidiş – dönüş, Sivas veya Tokat üzerinden olurdu. Çünkü Kelkit nehri boyunca ilerleyen yol henüz açılmamıştı. Özellikle İstanbul’dan gelişte – ne hikmetse – Sivas veya Tokat’ta mutlaka bir gece otelde kalınırdı! Bilmiyorum otobüs motorunun mu dinlenmeye ihtiyacı vardı; yoksa oteller mi para kazanmaya muhtaçtı?
Yollar şimdiki gibi asfalt masfalt değildi! Bu yüzden otobüsün içi, yolculuk boyunca toz toprak olur, midemiz ağzımıza gelir, basık tavan nefes almamızı güçleştirirdi! Hele bir de içilen sigara dumanları, yolculuğu tam bir kabus ve işkenceye çevirirdi!
Oysa şimdi uçak gibi arabalar, yağ gibi yollar, belirli yerlerdeki -her türlü ihtiyacı karşılayan- dinlenme tesisleriyle, seyahat imrenilir bir seviyeye yükseldi.
X
Kadın ve kızlarımızın giyinişleri ise tepeden tırnağa kapalı idi. Ama ne çarşaf vardı ne de tek tip giyim tarzı. Herkes kendi zevkine göre, renk cümbüşü içinde, arzu ve heveslerin kendini gösterdiği biçimdeydi. Kadın ve kızlarımız çekingen, ürkek ve korkak değildi. İnsandan kaçar bir halleri yoktu. Edep erkan dairesinde kendileriyle konuşulur, hal ve hatır sorulabilirdi. Zaten hayatın içinde, erkeğinin yanında, onun sağ koluydu. Evinin hanımı ve her hususta sözü dinlenir, hatırı sayılır bir kişilik sahibiydi.
Bellerine arkadan bağlanmış, ayaklarına kadar uzanan; çeşitli renklerde, kalın çizgilerden oluşan peştemallar; hem süs vazifesini görür hem de ucu bele sıkıştırılınca büyük cep işlevini yerine getirirdi.
Başlarında yazmalar bulunur, göğüslerinde beşibirlikler salınır; ayaklarında çeşitli desenlerle müzeyyen / süslü yün çoraplar ve çarıklar olurdu. Daha sonra onun yerini, yekpare olarak imal edilen lastik ayakkabılar aldı. Sıhhi olmayan lastikler, zamanla sağlıkta gedikler açmaya başladı!