Üniversite sınavına 9 gün kaldı. 9 Gün sonra milyonlarca gencin geleceği adına kritik bir süreç başlıyor, böylece ben de 5 sene süren lise serüvenimi sona erdirip kısmetse üniversite öğrencisi olmak için yola koyuluyorum. Sınava girecek tüm arkadaşlarıma, başarılar diliyorum. Allah yardımcımız olsun, Allah bu hengâmeden alnımızın akıyla çıkmayı hepimize nasip etsin. Üniversite sınavının bu toplumu daha aydınlık bir geleceğe eriştirecek gençler için ehemmiyetli olduğunu biliyorum, bunu göz ardı etmek mümkün değil. Fakat bizim sınav notlarının, başarı sıralamalarının ötesinde başaramadığımız, çuvalladığımız dersler var. Asıl üzücü olan ise bunun farkına bile varamayışımız…
Çocukluğumu ve lise safhasına kadar geçen eğitim hayatımı sürdürdüğüm semt Kocaeli’nin en muhalif mahallelerinden biriydi. Çevrenin etkisiyle, politika ve tarihe olan özel alakamla genç yaşta siyasete, ülke gündemine büyük bir merak beslemeye başladım. Ve her fırsatta konu hakkında bilgi edinmek için çabaladım. Şükür ki ilkokuldan liseye kadar hep güzel öğretmenlere denk geldim. Öğretmenlerim bana kaynaklık ettiler, beni pek çok damardan zengince beslediler. O iyi insanlar, o kaliteli eğitimciler olmasaydı bugün bu mecrada 19 yaşında sizlerle buluşma imkânım olacağını hiç zannetmiyorum. Konusu açılmışken buradan kendilerine bir kez daha minnetlerimi sunuyorum…
Öyle oldu böyle oldu derken TEOG sınavını atlattıktan sonra orta ikiden beri kenetlenmiş olduğum ”SOSYAL BİLİMLER LİSESİ” hedefime kavuştum. Hedefim olan okula puanım gereği rahatça yerleştim ve hayalimdeki sıralara oturdum. Oturdum ama alışma süreci benim için pek de keyifli geçmedi. Mensubu olduğum yeni aile önceki dönemlere kıyasla daha milliyetçi, daha muhafazakâr, daha gelenekçi hatlara sahipti. Dürüst olmak gerekirse ilk başta o ailenin ferdi olmayı başaramayacağımı düşündüm. İnsan doğası gereği aşina olmadığından kaçma refleksi gösterir ya! İşte ben de bu ilkel refleksi gösterme eğilimindeydim. 14 Yaşımda sert bir geçiş yapmıştım ve inanın bana sınırlı 3-5 konu haricinde ortaokul ortamımla, lise ortamım arasında dağlar dağlar kadar fark vardı. Bir yerde Nazım Hikmet dünyanın en iyi şairiydi, öbür çatıda Nazım değil de Necip Fazıl idi şiirin ustası. Bir tarafta Sabahattin Ali vardı, cumhuriyetin kalemi, öbür taraftaysa davanın sesi Mustafa Kutlu. Bugün lise günlerimi sonlandırırken hakkaniyetli bir muhasebe yaptığımda, etrafıma baktığımda diyorum ki işte bizim başarısız olduğumuz ders bu…
Maalesef biz elimizdeki değerleri belli kalıpların, belli şablonların içine hapsedip gözden çıkarmışız. Gelenekçiler ve cumhuriyetçiler diye öylesine derinden bölünüp gitmişiz ki kulaklarımız sağır, gözlerimiz kör olmuş. İnsanlar birbirlerini giyimine göre, kullandığı sözcüklere göre, okuduğu kitaplara göre, dinlediği şarkılara göre kategorize eder hale gelmiş. Bu toplumun kanayan en ağır yarası kesinlikle bu. Bugün birbirini bağnazlıkla suçlayanlar görüşlere kendilerini öyle koşulsuz teslim etmişler ki muhakeme kabiliyetlerini köreltmişler. Her insanın dünya görüşü olacaktır kesinlikle olmalıdır da ama hiçbir siyasi görüş, hiçbir ideoloji sorgulanamaz değildir. Tam aksine bizler sorgulayarak, sentezleyerek gerçekten bizleri şahlandıracak bakış açısını kazanabiliriz. Tarihi değerlerimizi, sanatçılarımızı, milli hazinelerimizi niçin gündelik siyasi söylemlerin esiri ediyoruz? Neden bir CHP’li Abdulhamid’le barışık olmasın, neden bir AKP’li Mustafa Kemal’e ulu önder demesin?
Fikir üretemeyen, proje yaratamayan ve milletin karşısına dinamik söylemlerle çıkamayıp elde malzeme kalmayınca oy alabilmek için kancayı geçmişe takmanın, kancayı Necip Fazıl’a takmanın, kancayı Nazım Hikmet’e takmanın, kancayı Sabahattin Ali’ye takmanın, kancayı Nihal Atsız’a takmanın, kancayı Sait Faik’e takmanın, kancayı Fatih’e takmanın, kancayı İsmet Paşa’ya takmanın vebalinin farkında mıyız? Bu tarz söylemlerin bu toplumu ne kadar kamplaştırdığını görebiliyor muyuz ?
Tarihimizdeki her olay yorumlamaya ve irdelenmeye açıktır. Zaten tarih bilimi insanın dününden ziyade yarınına ışık tutan bir bilimdir. Bugün dünyanın pilotluğunu yapan milletler dünüyle hesaplaşıp defterlerini kapatıp, yarına odaklanmış milletlerdir. Lakin bizler bu irdelemeyi dersler çıkarmak için değil, yarınımıza ışık tutmak için değil, hain ve kahramanlar yaratabilmek için yapıyoruz. Bizler kahramanlarla, hainlerin tarihini yazıyoruz. Bir cep telefonun üzerine oturduğunuzda nasıl uçamıyorsanız tarihimize mal olmuş şahsiyetlerin de her yönünün mükemmel olmasını bekleyemezsiniz. Düşünün siz mor renge bayılıyorsunuz ama yakın dostunuz hiç sevmiyor Allah aşkına gidip o dostunuza ”hain” yaftası vurur musunuz? Vurmazsınız peki iş tarihi şahsiyetlere, tarihi olaylara gelince neden böyle trajikomik oluyoruz?
Bugün toplumumuzun her şeyden daha çok kucaklaşmaya ihtiyacı var, bugün her şeyden daha çok ortak payelerde bayram sofraları kurmaya ihtiyacımız var. Bu çatlaklar tamir edilmeyecek çatlaklar değil ama tedavileri zaman alacak yaralar ve iyileşme sürecinde her görüşten, her cenahtan aklı hür bireylere görevler düşüyor. Bu mücadele zordur çünkü insanlar alışık olmadığı cümleleri işitir işitmez, farklı davranışları görür görmez sizi yaftalamaya kalkacaktır. Yılmamalı, hoşgörü ile karşılamalı ve kararlılığımızdan taviz vermemeliyiz. İnanın bana böylesine düşmanlaşmış bir toplumun başına Ahmet gelse de çıkmaz sokağa gireriz, Veli gelse de duvara toslarız. Devleti yönetme imkanı bulanların oportünist anlayışları yüzünden, sorumsuzlukları yüzünden toplumun hayati bağları gevşedi. Her ne kadar fırtına olsa da biz usta denizciler gibi direklere tırmanacağız ve çözülmek üzere olan o bağlara düğümü atacağız. Ya atacağız, ya atacağız!
İyi puanlar alabilir, iyi netler yapabiliriz, bireysel olarak harikulade muvaffakiyetlere imzamızı atabiliriz ama direk devrilip battıktan sonra, gemimiz elden gittikten sonra puanın, başarının ne anlamı kalır ki?
Önce düğüm atmayı öğrenelim, önce düğüm…