Peygamber Efendimiz (sav)’in ebedî âleme doğuşundan sonra sırasıyla Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) Halife oldular. Hz. Osman asiler tarafından öldürülünce Hz. Ali (kav) Miladî takvime göre 661 yılında Halifelik makamına oturdu.
Hz. Ömer döneminde, 641 yılında Şam valisi olarak tayin edilen Muaviye, 661 yılına gelindiğinde Suriye topraklarının tamamını hâkimiyet altına almıştı. Mekke’de ise, Hz. Ali’nin vasiyeti üzerine büyük oğlu Hz. Hasan halife oldu. Hz. Hasan bir müddet sonra Muaviyenin baskıları ve vaatleri üzerine halifelikten feragat etti. Evine ve mescidine kapanıp Müslümanlara İslamiyet konusunda dersler vermeye başladı. Kısa bir süre sonra da eşlerinden biri tarafından zehirlenerek şehit edildi. Ağabeyinin sehâdeti üzerine Hz. Hüseyin Halife ilân edildi. Suriye de ise Muaviye ölmüş, vasiyeti üzerine oğlu Yezit, babasının hâkimiyeti altına aldığı bölgenin halkından biat aldı (*) ve kendisini bütün Müslümanların halifesi olarak ilan etti.
Hz. Hüseyin, Yezid’in kendisine biat etmesini istedi. Yezid, çok sert bir şekilde bu isteği reddetti.
Hz. Hüseyin bir görüşe gere Suriye halkından aldığı davet üzerine ve anlaşma yapmak üzere, kendisini destekleyenlerle birlikte Suriye’ye doğru yola çıktı. Yanında aile efradı da bulunuyordu. Maksadı savaşmak değildi. Çünkü yanındaki insanların, sayı ve silah olarak Yezidin ordusunun karşısına çıkabilecek gücü yoktu. Zaten beraberindekilerin büyük bir bölümü daha Kerbela mevkiine gelmeden Hz. Hüseyin’i terk etmişti. Kerbela’da Yezidin taraftarı olan silahlı 4500 kişi, Hz. Hüseyin ve beraberindekileri şehit etti.
On Muharrem ve aşure günü
Kerbelâ’da yaşananlar için Şiî ve Alevîler tarafından Muharrem Orucu tutulur ve ağıtlar söylenerek törenler yapılır, yas tutulur. Ehl-i Sünnet inancında yas tutma geleneği olmadığından Sünni Müslümanlar oruç tutarlar ve şehitler için mevlit okuturlar.
Hz. Muhammed (sav)’in torunu Hüseyin’in Kerbelâ’da öldürülmesi hadisesi, Sünnilikte de üzücü bir olay olarak kabul edilir. Hiçbir Müslüman, çocuğuna ‘Yezit‘ ve ‘Muaviye‘ isimlerini koymaz.
Ülkemizde; şehitleri anmak maksadıyla evlerde aşure denilen çorba ile tatlı karışımı yiyecek hazırlanır, kâseler ve tabaklar içerisinde komşulara dağıtılır. İster Sünni olsun, ister Alevi; bazı aileler, Şiilikteki ’12 İmam’ kavramına izafeden, aşureyi 12 çeşit malzeme ile pişirirler.
Kerbela Olayı, yalnızca Şi’îlerin ve Alevilerin değil, bütün Müslümanların acılı günüdür. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nde ve Cumhuriyetin ilk 50 yılında, Muharrem ayının ilk on günü, öğle ezanları, ağıt havasını andıran Hüseynî makamında okunurdu. Bu uygulama, Kerbelâ hüznünün, Türk-İslâm toplumunun tamamı tarafından paylaşılmış olmasının göstergesi idi. Nedense zaman içerisinde unutuldu veya uygulayıcıları azaldı. Alevi-Sünni yaklaşımına katkı sağlaması bakımından acının müşterek olduğunun mânâlı bir ifâdesi olan bu güzel geleneğin ihya edilmesinde faydalar vardır.
Şehit Hz. Ali ve O’nun şehit oğlu Hz. Hüseyin; filozof ve sosyolog İbn-i Haldun’a göre; akıllı ve içtihat sâhibidir. Yâni âyet ve hadisleri anlamaya ve doğru şekilde yorumlamaya muktedirdir. İbn-i Haldun’a göre adâletli bir halife olmayan Yezid’in saflarında savaşmak caiz değildir. Hüseyin’e karşı asker göndermesi fâsıklığını kuvvetlendirir. Bu sebeple Hz. Hüseyin’in şehit, ecirli ve sevaplı olduğunu belirtir.
Büyük Türk şâiri Fuzûlî, Hz. Hüseyin için en etkili şiiri yazmıştır:
Düştü Hüseyin atından Sahra-i Kerbela’ya,
Cibril koş haber ver Sultanı Enbiya’ya
Hz. Hüseyin Efendimiz ve arkadaşları, bu acı hâdisedeki asil duruşları ve doğruluk adına samimi yürüyüşleri ile sonsuza kadar müminlerin gönüllerinde en seçkin köşedeki tahtlarında oturacaklardır.
Onlara her türlü zulmü reva görenler ise Müslümanların ortak vicdanında ebediyen mahkûm konumunda kalacaklardır.
Bizler bu olayın ıstırâbını yaşarken, aynı acıların bir daha tekrarlanmaması için; 10 Muharrem’i doğru okuyup anlamaya kendimizi mecbur hissetmeliyiz. Kerbela Olayı’ndan ibret almalıyız. Vaktiyle yaşanan acıları, Alevi-Sünni kardeşliğini pekiştirmek için fırsat olarak değerlendirmeliyiz.
Kerbela şehitlerini rahmetle anıyor, Şiî ve Alevi kardeşlerimizin acılarını gönülden paylaşıyorum.
Cenab-ı Allah, hepimizin yar ve yardımcısı olsun. Gücünden ve Bir’liğinden bizleri hisseyâb eylesin.
(*)Biat: Arapça olan kelimenin aslı ‘Bey’at‘ tır. Bağlılık, itimat bildirmek anlamlarına gelir. Hz. Peygamber, kendini tasdik edenlerden sadakat yemini almıştır. Ancak bu aslında, Hz. Peygamber’in şahsına değil, O’nun aracılığıyla Allah’adır. Kur’ân-ı Kerim’de, ‘Gerçekte sana bey’at edenler, Allah’a bey’at etmiş olurlar.’ Buyrulmaktadır. (Fetih Sûresi, 10. Âyet)
İslâm tarihinde devlet başkanının tâyin veya tespit yollarından biri biat usulü olup, bir bakıma günümüzdeki seçim sistemini karşılamaktadır. Tarihî uygulaması bakımından biat, seçme ehliyetine sâhip kişilerin, seçilme ehliyetini haiz bir kimseyi seçip ona sadakatlerini bildirmeleri şeklinde yapılır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber bir halife tayin etmeden vefat etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ashap, Benî Saide denilen yerde toplanarak devlet başkanlığı konusunda görüşmüşler ve Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebû Bekir’e biat etmişlerdir.
Şam vâlisi Muaviye de hâkimiyeti altında bulunan Suriye halkından biat almıştır. İslam hukuku uzmanlarının belirttiğine göre, ülke halkının tamamından biat almaya gerek yoktur. Toplumun ileri gelenlerinden ile yöneticilerden biat alınması yeterlidir. Muaviye’nin Suriye halkından biat alması İslam hukukuna uygun ise de, devletin ikiye bölünmesi anlamına gelmektedir. Zaman içerisinde de iki devlet arasında savaş olması ve İslam Devleti’nin zayıflaması söz konusu olacağından, Hz. Hüseyin halife ve merkezde bulunan devlet başkanı olduğu ülkesinin bütünlüğünü korumak için mücâdele etmekte elbette haklıdır.