Türkiye gündeminin, içte ve dışta bu kadar yoğun olduğu bir zamanda “ölmek”ten bahsetmek neyin nesi, demeyin. Son yazımda “Gezze’ye yardım götüren ve İsrailli devlet eşkıyalarının baskınıyla dokuz kişinin şehit olduğu gemide ben de olmak isterdim.” cümlesiyle samimi duygularımı ifade ettiğim yazım üzerine birkaç kişinin “Gerçekten olmak ister miydiniz?” demesi, bu konu üzerinde biraz daha zihin jimnastiği yapmamı gerektirdi.
Ölüm üzerine bugüne kadar söylenmedik söz kalmamıştır, denebilir. Kimine göre “asude bahar ülkesidir”, kimine göre “yok oluştur”, kimine göre “bir düğündür” ve sonrası yeni fakat gerçek hayattır; kimine göre yaşamaktan kaçamayacağımız kabustur, kimine göre sadece nefes alışverişinin son bulmasıdır. Kim ne derse desin, ölüm, gerçektir.
Ölüm, yaşamayı, bir bakış açısına göre anlamlı, bir bakış açısına göre anlamsız kılar. Bana göre yaşamak, ölümle anlam kazanır. Ölüme anlam kazandıran da bilinç sahibi olmaktır. Bilinçle, seyahate çıktıysanız bu seyahatten çok şey öğrenirsiniz, değilse gördükleriniz bir hiçtir. İştahla, yemek yediyseniz, su içtiyseniz yediklerinizden içtiklerinizden lezzet alırsınız. Belli bir amaçla kitap okuduysanız öğrendiklerinizden mutluluk duyar, ufkunuzu genişletirsiniz. Bilinçtir her eylemin sonunda bize haz, mutluk, sevinç, derinlik, rahatlık veren. Ölüm için de aynı şey söz konusudur. Bilinçle yaşayanlar, bilinçle ölürler; ölüm, onlar için bir hazdır, “asude bahar ülkesi”nin eşiğidir.
Her uzuv, işlevi kadar değerlidir. Göze, kulağa, dile, ele, ayağa anlam kazandıran, görmesi, duyması, tatması, tutması, yürümesi değil midir? İşlevini yerine getirmeyen bir uzuv, yok hükmündedir. O halde, varlığımızı yok hükmünden çıkaran nedir? Yaşamaktaki, ölmekteki bilinçtir.
Bilinçli yaşamak, ölmeyi ve ölüm sonrasını anlamlı kılmakla başlar. Bir gün nasıl olsa öleceğiz, bundan kaçışımız yok. Ölmeyi göze alamayanlar ve ölüm gerçeğini çok büyütenler, aslında her gün ölürler; ancak onların ölümü bir işkencedir. Ölüm hazzı, ölmeyi kutsal bir eylem olarak görmekle başlar. İnanıyorum ki, Gazze’ye gidenler, kutsal ölümün lezzetli şerbetinin tadına vardılar. İnanıyorum ki, o şerbetteki tadı duymak için, yüzlerce kez dirilip ölmeyi arzuladılar.
Alimlerin ve şehitlerin ölümü diğer ölümlerden çok farklıdır. Birisi ölümüyle büyük bir boşluk bırakmıştır, diğeri büyük bir fetih yapmıştır. “Alimin ölümü, alemin ölümü” denir bunun için. Şehitler, ölümüyle geride kalanlara yol açar, yeni dünyalar kurar. Geride kalanlar, onların fetih rüzgarıyla serinler. O şehitler olmasaydı, kaçımız vatan bildiğimiz bu topraklarda özgürce yaşabilecektik? Hepimiz, şehitlerin mirasını tüketen birer mirasyedi değil miyiz?
Gazze, dünyanın gündemi olmaya devam ediyor. Gazze’yi dünya gündemine oturtan, şehitlerin mübarek kanları oldu. Orada akan kanın, zalimin zulmünü durdurduğunu, mazlumun ahını sonlandırdığını göreceğimiz günler uzak değil. Çoktandır gitmeyen yardımlar gitmeye başladı. Duvarların yıkıldığını, zalim İsrail’in dize geldiğini hep beraber göreceğiz. Bir yardım seferberliği, bir direniş hareketi, yüksek bir duyarlılık başladı dünyada. İnsanım diyenler, insanlığından uzaklaşmayanlar insanlık onurunun ölmediğini gösterecekler, birer kahraman olarak tarihteki yerlerini alacaklardır. Bunun öncü ismi olmak ne güzel!
Uzun yaşarak ölen dokuz yüz doksan dokuzdan biri olmaktansa, kısa yaşayıp ölen dokuzdan biri olmayı her zaman tercih ederim. “Dokuzlar” yolunuz açık, mekanınız cennet olsun!