Ölen Kadınların Öyküsü

91

Hayata başlarken göğüs kafesimizin içinde kocaman bir lunapark çalışıyor. Bilirsiniz onu, anımsarsınız! Pembeli, morlu, yeşilli, sarılı, mavili ve içinde bizi üzecek hiçbir renk olmayan lunaparkı… Biz o lunaparkta koşuşturup pamuk şeker yerken, atlıkarıncaların üstünde masallar söylerken beklemediğimiz bir anda elektrik kesiliyor. Işıklar sönüyor, sesler kesiliyor ve o zaman idrak ediyor insan; büyüyor olduğunu.

Yaş aldıkça değil, yara aldıkça piştiğimize inanıyorum. Büyümek esasında takvimleri peşi sıra devirmek değil, kopan yaprağı yerine koyamamak demek. Eskisi gibi olamamak ve bizlere huzur veren insanları, huzur veren oyunları, huzur veren şiirleri, huzur veren şehirleri zamanın tozlu avuçlarına emanet edip ince bir sızıyla yürümek demek. Hasreti gönlünde taşıyarak yaşayabilmeyi öğrenmek demek, dünün özlemiyle yarına sarılmak demek. Geçmişin özlemini sırtlarken, yeni heveslere kucak açabilmek demek.

Birey kendisini olgunlaştıracak ve yaşama yaklaşımını değiştirecek hadiselerle yüzleşmediyse hala toy demektir, az evvel sıraladıklarımı özümseyememiş demektir. Bu evirilişin kara bir yüzü olduğuna da şüphe yok. Bazen insan daha önce tanıklık etmediği hatta hayal etmediği vakalarla karşılaşınca istikameti meçhul bir rüzgarda oradan oraya savrulabiliyor. Nereye tutunacağını, nasıl tutunacağını bilmeden karanlıkların içinde kaybolup gidebiliyor. İşte bu yüzden karakterimizi yontan, bizi evvela yakıp sonra küllerimizden doğmamıza vesile olan olayları yaşarken doğru çıkarımları yapmamız çok önemli. Bu meseleleri yorumlarken elimizden tutan, kanayan dizlerimize pansuman yapıp bizleri iyiye sevk edenler olmalı. Aksi takdirde değişimi başaramayız, yanarız ama yeniden ”insan” olarak doğamayız. Öfke dolu, nefret dolu, kin dolu varlıklara dönüşürüz.

Maalesef bu dönüşümün örneklerini sürekli görüyoruz. En kötüsü de öyle cani manzaralarla karşılaşıyoruz ki artık yavaş yavaş daha az tepki verir hale geliyoruz, duyduklarımıza şaşırmamaya başlıyoruz. Farkındaysanız Emin Bulut’un gırtlağına giren o bıçaktan çok evladının ”Anne lütfen ölme!” yakarışı gündem oldu. Bu kez farklıydı çünkü vahşet sınırları zorlamıştı, evladının önünde bir annenin boğazına bıçak saplanmıştı. Vakanın sosyal medyadan hızlıca yayılması sayesinde ülkede azımsanamayacak bir kamuoyu oluştu. Sosyal medyanın gündelik yaşamı daha görünür hale getirmesinin faydasını burada gördük. Bu vahşete karşı toplumumuzun gösterdiği tepkiyi de memnuniyetle izliyorum ama diyorum ki halen konunun ne kadar ciddi olduğu anlaşılamamış.

2019’un 8.ayındayız ve kayıtlarda bu sene toplam 236 kadın katledilmiş görünüyor. Neredeyse her gün 1 kadın katlediliyor. Kadına şiddetle mücadele ve bu konuda söylenecekler zinhar saman alevine benzememeli. Belli aralıklarla toplum olarak yükseliyoruz, olan biteni lanetliyoruz deşarj olduktan sonra dönüp işimize bakıyoruz. Emine Bulut’tan önce katledilen 235 tane kadın için bu duruşu neden sergileyemedik? Neden sesimizi çıkaramadık, neden gündem olamadık ?  Son 3 senede katledilen 1,178 kadın için neden tepkimizi gösteremedik, neden sıra Emine Bulut’a gelene kadar sustuk ? Neden bir anne evladının gözü önünde katledilinceye kadar bekledik ?

Her şeyden evvel gerçekleri karşımıza alıp yüzleşmeliyiz. Kadına şiddet genç bir olgu değil ama günden güne kanserleşen bir olgu. Üzücüdür ki toplum olarak yalnızca fiziksel şiddeti ciddiye alabiliyoruz. Halbuki kadına şiddet sosyolojik ve psikolojik çözümlemeleri detaylıca yapılmış bir olgu. Kadına şiddet sözlü olarak başlıyor, psikolojik safhaya geçerek devam ediyor ve sonunda fiziksel boyuta ulaşıyor. Şiddet ilişki yaşanan bireyi sindirme ve tam kontrol altına alma içgüdüsüyle gerçekleşiyor. İlk önce küçük mesajlarla daha sonra güç kullanarak korku unsurları vasıtasıyla karşıdakinin denetimini tamamıyla ele almak hedefleniyor. Bu durum vaktinde engellenmezse sistemleşiyor ve bir döngü haline geliyor.

Önce balayı süreci yaşanıyor iki taraf da büyük keyifle ilişkiyi sürdürüyor. Daha sonra huzursuzluklar yaşanmaya başlayınca sırasıyla sözlü, psikolojik ve fiziksel şiddet birbirini takip ediyor. İlk patlamanın ardından suçluluk duyan erkek kendini affettirmek için şekilden şekle giriyor. Kadın da mahalle baskısı yüzünden, bağımsızlığını ele alıp kendi başına toplumda yer edinemeyeceğine olan inancı yüzünden ve erkeğin düzeleceğine olan umudu yüzünden gereken kararı alamıyor, affediyor. İlk patlamadan sonra gelen affın ardından zaten bu yaşananlar rutinleşiyor ve kadın kendisini bu çukurunun içinde debelenirken buluyor. Erkek, kadını şiddet yoluyla kumanda edebildiğini gördüğü için de giderek daha da sertleşiyor. Balayları kısalıyor, iş çığırından çıkıyor. Bu raddeden sonra olanları da gazeteden, sosyal medyadan okuyup öğreniyoruz.

Kadına şiddet dünyanın her yerinde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan bir olgu. Kadına şiddeti tamamıyla engellemek, kökünü kazımak mümkün değil. Lakin minimuma indirilmesi için alınabilecek tedbirler var. İnsanlara sevgiyle yaklaşmak, çocuklarımızı sevgiyle yetiştirmek hayati önem taşıyor. Bunun yanında devletimizin kadına şiddete yönelik somut politikalar geliştirmesi gerekiyor, eğitim programlarında kadına şiddete kesinlikle yer verilmesi gerekiyor. Şiddetin hiçbir kılıfla meşrulaştırılamayacağının ve hoş görülemeyeceğinin kafalara yerleştirilmesi gerekiyor. Devletimizin toplumu bilinçlendirmeye dönük adımlar atması gerekiyor, kadına şiddete yönelik cezaların revize edilmesi gerekiyor. Şiddetin döngü haline gelmesi halinde hem aileyi hem de kadını korumak güçleşiyor bu durumlarda öncelikli hedefin aile birliğinin korunması değil kadının korunması olması gerekiyor. Şiddet gören kadınların hayatlarına sağlıklı şekilde devam edebilmeleri için desteklenmeleri ve korunmaları gerekiyor, şiddet görmüş kadınları normalleştirmeye yönelik mevcut çalışmalar kesinlikle yetersiz kalıyor. Bu konuda da akılcı, çağdaş, kadın – erkek eşitliğini merkeze alan güncellemelerin muhakkak yapılması gerekiyor.

Son zamanlarda insanların bam teline dokunan olayların ardından hemen idam cezası tartışmaya açılıyor. İdam cezasının uygulandığı ülkelere bakarsanız, bu cezanın ne suçları azalttığını ne de toplumsal gelişmeye katkı sağladığını göreceksiniz. İlk fırsatta idam cezasını gündeme getirmek kolaya kaçmaktır, sorunun kaynağını ortadan kaldırmaktan ziyade kamuoyu vicdanını rahatlatmaya yönelik bir söylemdir. Gayemiz suçların nasıl cereyan ettiğini tespit edip bu konuda iyileştirmeler yapmak olmalı, toplumun suç makineleri yetiştirmesine seyirci kalıp daha sonra bu bireylerin infazıyla vicdanlara su serpmeye kalkmak riyakârlık olacaktır. Hiçbir suçu idam cezasıyla yok edemeyiz, vatandaşa idam cezasını aranan devaymış gibi sunmak ‘‘Biz sorunu çözmekte yetkin değiliz, ancak kestirip atabiliriz.” demektir.

Emine Bulut ilk değildi, son da olmayacak.

Lakin umut ediyorum bu dünyadan gidişi, giderken söylediği o cümle, o son çığlığı, boynundan yerlere kan boşalırken, evladına bakışı ve ona son sarılışı anlatacak bizimkilere bir perdenin kısık yeri kadarı incelip ölen kadınların öyküsünü…

”Dünya, nedir onlardaki yansın
demir mi, ateş mi, belki cehennem
pervaneler işte, renkli camlara
çarpa çarpa hayal kanatlarını
tükenen kadınlar…