Öğretmenleri düşündüren bir husûs da, bütün gayretlerine rağmen – çok zamân- istedikleri netîceyi alamama endîşe ve korkusudur. Halbuki elinden geleni yapacak, anlatacak, söyliyecek, açıklıyacak. Velhâsıl ne lâzımsa yerine getirecek. Fakat yine de umduğunu bulamazsa ne olacak? Bütün çalışması yine boşa mı gidecek?
Evet yeni bir şevk ve heyecânla eğitim ve öğretim yılına giren öğretmenlerimizin müşterek mes’elesi, müspet sonuç almaktır. Bu durum öğretmenin keyfiyet eksikliğinden değil; çoğunlukla öğrencinin derse bakış açısından kaynaklanmaktadır.
Öğrenci ilerde hayâta atılacak. Bir iş güç sâhibi olması gerek. Bunun için de ilgili okullardan mêzûn olması lâzım. Yâni bâzı belge niteliğinde diplomalar edinmesi şart. Bu yüzden derslere def’-i belâ kabîlinden bakmakta, muhtevâsını / içeriğini hiç düşünmemektedir.
Bu durum ne talebede öğrenme zevki, ne de öğretmende öğretme şevki bırakıyor. Bu düşündürücü hâl; eğitim ve öğretimin bütün safhalarında ihmâl ettiğimiz mânâ ve keyfiyet eksikliğinden, eğitimin rûhunu öğrenciye veremediğimiz, benliğine nakş edemediğimizden ötürüdür.
Fakat bu vaz’iyetten hem öğrenciyi, hem de öğretmeni kurtarmak ise, “Başkasına îtimât etmiyen nefsiyle teşebbüs eder.” kaaidesince yine öğretmene düşmekte.
Öğretmen her ders yılı başında, yeri geldikçe -dersi aksatmadan- her vesîleyle talebeye; öğrenmenin, insân olmanın bir gereği olduğunu belirtmeli. Çünkü insân, her türlü eğitim ve öğretim kaabiliyetine yatkın, öğrenmeye meyilli fakat öğretilmemiş olarak yaratılmakta. Dolayısiyle insân öğrenmiyorsa; yaratılış gâyesinin başta gelenlerinden birini yerine getirmiyor demektir.
Yine öğrenciye ilim ve irfân edinmenin en büyük ihtiyâç olduğu hatırlatılmalı. İnsânın maddî yapısı îtibariyle ilme; mânevî varlığı gereği irfâna ihtiyâç ve gereksinim duyduğu belirtilmeli; ihtiyâcın ilerlemenin hocası olduğu vurgulanmalıdır. Nitekim ihtiyâç duymadığımız, yokluğunu hissetmediğimiz, varlığına muhtâç olmadığımız şeyi arama zahmetine katlanmaz, elde etmek arzûsu duymayız.
Demek ki öğretmen ilmin bir ihtiyâç olduğunu talebeye evvelemirde derk ettirip algılatmalı. Üstelik ilim ve tekniğin söz sahibi olduğu asrımızda, bunlara olan hayâtî ihtiyâcımızdan bahsetmeli. Bu ihtiyâcın ise ancak öğrenmekle giderileceğini müşahhas / somut bir şekilde, gözler önüne sermelidir.
Talebeyi öğrenmeye karşı bigâne, lâkayt ve ilgisiz kalmaktan kurtaracak iksirlerden biri de, onda merâk duygusunu uyandırmaktır. Bu husûs “Merâk, ilmin hocasıdır.” vecîz sözünde en güzel ifâdesini bulmuştur. Hakîkaten târihe göz attığımızda merâk etmenin insâna neler yaptırıp kazandırdığını, ölüm bahâsına da olsa insânlığa, teknik ve medeniyete nice nûrlu imkân ve saâdet kapıları açtığını hayretle görür ve takdîr ederiz.
Kısaca öğretmen; emeğinin karşılığını almak; hem kendini hem de talebesini mutlu kılmak istiyorsa; “ihtiyâç”, “merâk” ve “insân” mefhûmlarını harekete geçirmesini bilmelidir.
Ayrıca asıl râhatın meşakkat ve zorlukta; asıl yorgunluğun tembellikte olduğunu îzâh etmeli; yaratılıştan heyecânlı ve coşkulu olan insânın, sâdece çalışma ve hayât mücâdelesinde huzûr bulacağını yaşanmış örneklerle göstermelidir.
Başka bir ifâde ile öğretmen, hayâtın bir mücâdele; şevkin ise onun bineği olduğunu
440
nazara vermeli. Öğrencinin ancak himmetini şevke bindirmesiyle mücâdele meydânına çıkabileceğini söylemeli. Bu uğurda karşısına çıkacak ilk ve en büyük düşmanın “Yeis, mâni-i her kemâldir.” vecîz sözünde belirtilen “yeis” / “ümitsizlik” olacağına işâret etmeli.
Onu yenmenin yolunun ise “Ya başaracağım, ya başaracağım.” diyerek devâmlı çalışmaktan ve bunu bıkmadan usanmadan tekrârdan geçtiğini söylemektir. Yâni öğretmene düşen; talebeye: “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!” demek değil; aksine onu “Ya bu deveyi güdersin, ya bu deveyi güdersin!” zihniyetiyle mücehhez kılmaktır.
441