Sebep-sonuç ilişkisinde “Hatice-netice” tekerlemesi kullanılır, “Hatice’ye değil, neticeye bak.” denir. Doğrudur, işin aciliyeti neticeyi önemli kılıyorsa Hatice ile zaman kaybedilmemelidir. Evde yangın varsa yangını söndürmek mi daha önemlidir, yangının sebebini araştırmak mı?
Covid-19, neticenin adı. Bu neticeyi doğuran sebepleri mutlaka bulmak gerekecek. Varsa suçlu, onu cezalandırmak, insanlığın hem görevi hem de geleceğe karşı borcu. Bu hastalığı kapmış 10 milyon insandaki coronavirüsü toplasanız sadece 5 gram ağırlık yapacağı hesap edilen bu virüsün doğurduğu çaresizlik, belirsizlik; insanlığın felaketi olacak gibi görünüyor. Girdiği bünyeye ıstırap veriyor, eve kapattığı insanların psikolojisini bozuyor.
Tüccarın biri bir gün yolda vebayla karşılaşır. Endişeyle, “Nereye gidiyorsun?” diye sorar. Veba, “Bağdat’a” diye cevaplar. “Kaç kişinin canını alacaksın?” diye tekrar sorar tüccar. Veba, “Çok değil, sadece 5 bin kişi” der. Aradan zaman geçer ve tüccar yolda yine vebayı görür. Duymuştur ki Bağdat’ta vebadan dolayı 60 bin kişi ölmüştür. “Bana 5 bin kişiyi öldüreceğini söylemiştin. Oysa sen 60 bin cana kıymışsın” diye hiddetlenir vebaya. Veba ise gayet sakin ve kendinden emin, “Ben 5 bin kişi öldürdüm. Geriye kalanı korkudan öldü.” der.
Kovid-19 belasının Hatice’siyle sosyal teorisyenler, biyolojik ve tedavi tarafıyla hekimler, kimyagereler uğraşıyorlar. Özellikle sağlıkçıların hakkını teslim etmek lazım. Ancak bu belanın şu an oluşturduğu psikolojik sıkıntıyla ve zamanla oluşturacağı sosyo-psikolojik yıpranmayla ilgilenen yok gibi. Bu netice, diğerlerinden daha önemsiz değil. Bireylerde ve toplumlarda oluşacak yalnızlık kaygısı, belirsizlik, güvensizlik, yaşama sevincini kaybetme, bezginlik gibi travmalar için acil tedbirler alınmalı, gelecekte sağlam iradeli bireylerin inşa edeceği toplum için yol haritası çizilmelidir. Yoksa coronavirüs sebebiyle bedenen ve ruhen ölenler, milyonlarla ifade edilecektir.
Herkesin birbiri adına yapacağı iyilik, güzellik vardır. Yapabileceklerimizi yapıp yapamayacaklarımız için öfkelenmemekle, yetkililere sitem ederek kendimizi yıpratmamakla, sosyal medya ve ekranlardan kendimizi ve aile fertlerimizi uzak tutmakla işe başlayabiliriz. Fiziksel ve duygusal yakınlığa göre tanıdıklarımızla tedricen temas kurar, onlarla maddi ve manevi paylaşımda bulunabiliriz.
Taş, yerinde ağırdır. Su hararetlenince, ekmek acıkınca daha kıymetli ve lezzetlidir. Kahredici bu hastalık sebebiyle sağlık çalışanları, insanların nazarında hak ettikleri bir değer kazandılar. İnsanlarımızın hissiyatı adına konuşanlar fedakârlıklarından dolayı hekimlere, hemşirelere; ihtiyaç malzemelerinin tedarikinde görev alan güvenlik güçlerine teşekkür ederek söze başlıyorlar. Doğrudan insana hizmet sektöründe yer alan öğretmenlerin ve din görevlilerinin adı teşekkür cümlelerinin içinde yer almıyor. Demek ki bu kriz döneminde ifa ettikleri önemli bir işlev yok. Niçin?
Öğretmen; öğreten, aydınlatan, model alınan kişi demektir. İmam; öncü, yönetici, takip edilen kişi demektir. Bu iki meslek erbabının bulunmadığı herhangi bir etkinlik, bana göre, güdüktür, manen eksiktir. Öğretmenin görevi okulun, imamın görevi caminin dört duvarı ile sınırlı değildir. Huzur zamanında öğretmenler ve din görevlileri bulundukları her ortama, topluluğa değer katarlar. Bu değerlerin, yaşadığımız bu tedirginlik döneminde kendilerini göstermesi, milletimizin hakkıdır. Dönem, değere değer katma dönemidir. Benim sana ihtiyacım olduğunda sen yoksan, senin bana ihtiyacın olduğunda da ben yokum, denmemesi için, okul ve cami hocalarımızın “Biz buradayız.” demeleri acilen gerekiyor.
Öğretmenlik ve yöneticilik yaptığım yıllarda, genç öğretmenlerimize, “Bir öğretmeni kıymetli yapan aldığı maaş karşılığında yaptığı ders değil, ders dışında öğrencileri için yaptığı fedakârlıklardır, katma değerdir.” derdim. Kendimde ve başkalarında bunun pek çok örneğini yaşadım, gördüm.
Amacım, birilerine görev hatırlatması yapmak, görev çıkarmak değil. Amacım, bir beklentiyi dillendirmek, atıl olan bu değerlere aktivite kazandırmak. Boş oturarak hak etmedikleri maaşları aldıklarını da ima etmiyorum. Onlardaki ışık bugün yolumuzu aydınlatmayacaksa ne zaman aydınlatacak, onlardan beklenen öncülük bugün gerçekleşmeyecekse ne zaman gerçekleşecek? Ba’de Harab’il-Basra (Basra harap olduktan sonra).
Milletler, örgütlü toplumlardır. Öğretmenlerin ve imamların emir aldıkları, istişare yaptıkları kurum ve kuruluşlar var. Devlet yöneticileri, hocalarımıza görev verebilir; onların bulundukları sendikalar, mensuplarına hizmet teklifinde bulunabilir. “Evde kal.” çağrısına sabırla uyan insanlar, ev ev ziyaret edilebilir, onlarla sohbet edilebilir, bir ihtiyaçları varsa kendilerine sorulabilir. İmam, öğretmen, muhtar, belki bir psikologla birlikte oluşturulacak “moral timleri”nin güler yüzle hal hatır etmeleri, bunalmış insanımız için bir nefes olacaktır. Devlet-millet kaynaşması tesis edilecek, “elle gelen düğün bayram” anlayışıyla bu sıkıntılı günler daha kolay atlatılacaktır. Ziyaret edilen ev halkı kendilerinin de bir değer olduğunu görmenin onurunu, ziyaret edenler de birilerine değer katmanın, bir işe yaramanın mutluluğunu duyacaklardır. Kimsenin bir şey kaybetmediği bu paylaşımda herkes kazançlı çıkacaktır. İşte bu durumda “Biz bize yeteriz.”
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” dendiğinde ben her şeyin eskisinden daha güzel olacağını düşünüyorum, anlıyorum. Birileri koronavirüsü kimin icat ettiğini, yaydığını araştırsın dursun. Acil olan, koronavirüs sonrası yeni toplumu inşa etmek, insan tekine yeni bir ruh kazandırmaktır. Bunu yapacak olan, sosyal bilimcilerdir, özellikle, işi insanı terbiye etmek olanlardır.
Lafın tamamı akıllı adama gerekmez, buna rağmen söylemiş oldum. Devletin bu alandaki görevlileri, sendika yöneticileri, gönül eri öğretmenler, imamlar haydi iş başına!