Türkiye’de cumhuriyet kurulduğu günden beri bir evrim sürecini yaşıyor. Çağın ve olayların şartlarına göre de farklı evrelerden geçiyor cumhuriyet; bu evreleri şöyle ifade etmek mümkündür:
Birinci evre: 1923-1950 arasındaki yılları kapsar.
Bu dönem, zorluklarla mücadele etmekle geçti; her türlü yokluk ve yoksulluk yaşandı; cumhuriyetin temel ilkelerinin anlatılmasına çalışıldı ve süresini tamamlandı. Cumhuriyetin bu ilk evresindeki gelişmeler ve değişmelerde temel fikir, kurucu felsefe esasına dayalıydı. Her şey millik esasına dayandırılıyordu. Osmanlıdan geriye kalan ihmal edilmiş Anadolu’da bir milli (ulus) devlet kuruldu.
Millik, milliyetçilik, yurttaşlık, evrensel değerlere bağlılık bu dönemde girdi toplumun yaşamına. Bu millilik düşüncenin yaygınlaşması ve kökleşmesi için olağanüstü gayretler sarf edildi.
“Devlet” gücü ve otoritesi her alanda kendini gösterdi. Öyle olmak zorundaydı; yeniden inşa edilen bir devlet yapısı, bu ilkeli davranış refleksini göstermeye mecburdu.
Vatandaş=birey olma esasına dayanan bir ferdiyetçilik anlatılmaya çalışıldı. Ferdin kul olmadığı, vatandaş, yurttaş olduğu anlatıldı. Bu düşünce son derece önemliydi kişilik oluşumunda… Ferdiyetçilik bağlamında özel mülkiyet fikri, menfaat kapılarının eğitimin parçası haline gelmesi bu dönemde gerçekleşti. Aynı zamanda yurttaşın da sorumlulukları ve görevlerinin var olduğu anlatıldı…
İkinci evre: 1950-1960 yılları arasında yaşandı.
Cumhuriyetin bu dönemi demokrasi denemeleriyle geçti.
İlk kez çok partili bir sistem oldu, seçim yapıldı, vatandaşın önüne sandık konuldu. Kendini idare edecek kişileri seçme hakkını kullandı. Halkın iradesine başvuruldu. Vatandaş, seçme ve seçilme hakkının olduğunu öğrendi ve bu hakkı kullandı.
Hürriyetin anlamını, serbestliğin anlamını, ticaretin anlamını, yabancı sermayenin ne olduğunu öğrendi bu dönemde… Bu dönemde milli olan değerlerin yerine yabancı değerler cazip hale getirildi…
Üniversitede özerklik konuları konuşuldu.
Üçüncü evre: 1960-1980 yılları arası dönemleri kapsar.
Bu evrede hem devlet yapısında, hem de vatandaşın yaşamında olağan üstü gelişmeler, değişimler, farklılıklar yaşandı. Bu değişimlere ve gelişmelere uyum gösterdi.
Sendikalaşma, örgütlenme, ana gaye seçildi; “…izmler” rekabeti başladı; örneğin kapitalizm ile sosyalizm – kominizim – faşizm – nasyonal sosyalizm çatışmaları yaşandı. Egemen güç olan sermayeye işçi emekçisi, fikir emekçisi öğretmen örgütlendi. Her iki tarafa uşaklık yapanlar çoğunluktaydı.
Sonuçta kazanan yine kapitalizm ve emperyal güçler oldu.
Dördüncü evre: 1980 – 2010 dönemi siyasi çalkantıların olduğu, terörle mücadelenin sürdüğü yıllardır; görünüşte halkın egemenliği öne çıktı, fakat ülkenin tehlikeye düştüğü andan itibaren yine askerin kurtarıcı olma beklentisi toplumda egemen kanaat olarak sürdü. Bürokrasi ikinci plana atıldıysa da devletin ruhuna işlenmiş bürokratik engeller tümüyle aşılamadı.
Hayatın her alanına bilişim sistemlerinin girmesiyle resmi işlemler daha hızlı yapılır oldu, ancak en ufak bir elektrik arızasında, ya da uydu aracılığıyla yapılan iletişimdeki aksamadan dolayı hayatın her alanındaki faaliyetlerin felç olmasına neden oldu.
Ekonomik olarak Anadolu insanının yükselen sesi var bu dönemde… ‘Anadolu kaplanları’ denilecek derecede bir dinamik öz sermaye fışkırdı. Merkezi idarenin tartışılmaya başlandığı bir dönemdir. Birçok sorunun mahallinde çözülebileceği varsayıldı. Mahalli idareler güçlendirildi. Merkez egemenliği ikinci dereceye itildi, fakat merkeziyetçi siyasi erkin direnci devam etti.
1982 anayasasına karşı bir mücadele başladı.
Zamanında haklın %92 oranında olumlu oyuyla kabul edilen yasaların anası olan metin artık “tu kaka” olmaya başladı. Herkes kusuru onda aradı. Kimisi “bedene dar gelen gömlek” dedi, kimisi “darbe-cunta anayasası“, kimisi “çağdışı” anayasa dedi… Ve tamı tamına 17 kez değiştirildi. Yine de yetmedi…
Çirkin politikacı, başarısızlıklarının sebebini 82 anayasasına yüklemeye başladı; kapasitesizliğini, ehliyetsizliğini sakladılar… Anayasa “vurun abalıya” konumuna sokuldu…
Son olarak 2010 yılında siyasi erk kendine uygun maddeler ihdas ederek, sadece bir partinin oylarıyla -muhalefetle uyuşmadan- üç temel değişiklik yapıldı; partilerin kapatılmasının TBMM kararına bağlanması, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun siyasi iradenin tasarrufuna tabi olmasını sağlayan madde değişiklikleri…
Bu dönemde Devletin kurumları arasında giderek büyüyen tartışma ve çekişme su yüzüne çıktı. Kurumlar arasında güvensizlik oluştu… Bu durum, 85 yaşındaki Türkiye Cumhuriyetinin düşürüldüğü en vahim durumdur. Kurumlar arası çatışma-tartışma günlük hayatın önüne çıkarıldı.
Yasama ve yürütme tek siyasi gücün egemenliğine girince cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcı temel kurumlarından olan yargı ve orduya planlı ve sistemli bir saldırı başladı. Çünkü yıllardan beri rejime karşı kinle bilenen, hazırlanan, eğitilen kadrolar güç haline geldi. Rejim karşıtı zihniyet rejimi idare etmeye başladı.
Bunun adı güya milli irade oldu!
Geçmişten gelen yanlışlar arasında şaşkın ve kamanmış halkın önüne çıkarılan tercihi çaresizce oyladı. Çünkü alternatifi kalmamıştı, alternatif olabilecek tüm “çağdaş güçler” darbe psikolojisiyle budanmıştı… Sandıktan çıkan ne olursa olsun milli irade olarak anıldı. Hâlbuki milli irade denilen şey, değil ki çoğulculuğu çoğunluğu bile temsil etmiyordu; %45lik oya sahibi iktidar, TBMM de %65 (yaklaşık) oranında güce sahipti. Yani bir milli irade gaspı vardı; hiç kimse bu gasptan bahsetmiyordu…
Cumhuriyetimizin bu dördüncü dönemi çok zor aşılacağa benziyor. Cumhuriyetin temel ilkelerini değiştirmeye, din ağırlıklı umdelerin egemen olduğu bir toplum yaratma amacına yönelik yeni rejimler tasarlanma riski yaşanabilir. Bunlar da yapılırken kullanılan “havuç” ise “herkese daha çok demokrasi, daha çok hürriyet” sloganı kullanılmaktadır.
Gerçekte ne demokrasi ne de hürriyet amaçlanmakta!
Amaçlanan (her ne ise) hedefe ulaşmak için, daha önce açıktan söylendiği gibi, demokrasi de hürriyet de “araç” olarak kullanılmaktadır; vatandaş da buna aldanmaktadır maalesef…
Yıllardan beri Türkiye Cumhuriyetine yakıştırılmak istenen numaralar bugün güç kazanarak sürmektedir. Bu seferki “numaracılar” Roman Rakamıyla işaretli “numaracılardan” farklılar; onları da yanlarına alarak aldatıcı “numaracılar” grubunu oluşturmaktalar…
İşte bunlar “numaracı” cumhuriyetçilerdir.
Onlara dikkat etmek her seçmenin esas görevidir.
Havucun asıldığı ipin kenarında “bubi” tuzakları yerleştirilmiştir. Havuca uzananın elin de, patlamaya hazır bombanın olma ihtimali hatırlanmalıdır…
Cumhuriyet rejimin gelişmesine katkı yapan bu dördüncü evrede, Türkiye cumhuriyetinin ikinci ayağı olan gerçek demokrasinin tam anlam bulduğu yeni bir anayasa yaparak bitirebilirdi de bitirmeyebilir de…
Nasıl mı?
İktidar ve muhalefetin uyumuyla oluşan bir “kurucu meclis” aracıyla, çoğunluğun “evet” diyebileceği bir çağdaş anayasa yapabilirdi.
Aklın gerektirdiği yol buydu…
Fakat mevcut siyasi erk buna asla yanaşmadı…
Şu anda freni boşalmış bir araba örneğidir Türkiye…
Eğer kaptan ki öyle biri yok henüz, el frenini ve debriyaj-vites kontrollü hız düşürmeyi becerirse uçurumun kenarında yarı sarkık durabilir…
Aksi takdirde…
Çok akıllıca bir strateji uygulanmaktadır; siyasi iradenin açılım-saçılım-kaçınım paketleri tutmayınca, iktidardan düşme riskine karşı kendini koruma refleksine yönelik olan anayasa değişiklik paketini gündeme getirdi!
Çok akıllıca bir politika; hakkını teslim etmek gerek…
Ne zaman ki bir konuda köşeye sıkıştı ise, hemen servise yeni bir meşguliyet oyuncağı sürülüyor…
Kamuoyunun ızdırap çektiği esas gündeminin üzeri süslü ambalaj kâğıdıyla örtülüyor, ortaya atılan meşguliyet oyuncağını ‘alın oynayın’ dercesine milletle alay ediyorlar…
Bu anayasa değişiklik paketi de siyasi iradenin ihtiyaçlarını karşılamak için hazırlanmış bir paket olduğu herkesçe bilinmektedir…
Kabul edilmelidir ki akıl hocaları çok güçlü…
Doğanın kuralına ters de olsa başarılılar!
Aferin onlara…
Politika olarak çok başarılılar fakat politika “siyaset” demek değildir…
Bunun farkındalar mı?
Hiç sanmıyorum…
Din toplumun vicdanıdır; vicdan duygu ve düşüncelerin ayar merkezidir, yani ölçümleme (kalibrasyon) merkezi…
Din, toplumun ceketi olarak anlaşılmalıdır; dinsiz toplum olmaz; fertler arasında, toplumda adeta yapıştırıcı “harç” niteliğindedir din…
Kışın zemheride kişinin sağlığı için ceketi ne kadar önemliyse, toplumun din ceketi de o denli önemlidir.
Eğer birileri ceketi eline alıp sallarsa yanlış yapar…
Şimdilerde birileri bunu pervasızca yapıyor…
Onun için bu cumhur, sırtındaki din ceketini söküp alan ve elinde sallayan çok yüzlülere (poli (y) = çok; tik = yüz; politik = çok yüzlü) yanlışların hesabını demokrasi silahı olan “oy” ile vermelidir; vermelidir ki bundan böyle iktidara namzet kim varsa haddini bilsin ve ders alsın…
Cumhuriyet ecdadımın kurduğu yegâne kutsal değerdir, güçtür… Uğruna dede, dayı, amca şehit vermiş bir neslin temsilcisiyiz…
Hepimiz cumhuriyetin ecdadıyız, Onu korumak ve kollamak yine bizlerin, yani halkın, yani cumhurun görevidir…
Elimizdeki tek silah oyumuzdur…
Oy silahını çok isabetli kullanmalıyız…
Bu işin tekrarı, denemesi yoktur…
Aksi takdirde şu tekerlemeyi mırıldanırız;
“Biz batağa köprü olduk, başkaları geçti nehri,
İşte geldik gidiyoruz, şen olsun Halep şehri”
Kalın sağlıcakla…