Nerede Allah? (- Hakkında Beyin Fırtınası- )

88

 

Allah’tan “Hiçbir yerde olmadığı hâlde, her yerde hâzır, nâzırdır.” diye söz edilir. Bu söz ediş bana; hepimizin küçüklüğünde bizlere ezberlettirilen şu cümleyi hatırlatır.

Evet büyüklerimiz bize Allah’ı şöyle belletirlerdi: “Allah ne yerdedir ne de gökte. Mekândan münezzehtir (mekân ile uzaktan yakından ilgisi yoktur). Fakat her yerde hâzır ve nâzırdır.” Bu ifade Allah hakkında, elbette doğru ve yerinde bir hüküm.

Ana-Babalarımız bunu bizlere benimsetmekte, yerden göğe haklıdırlar. Fakat bugün çeşitli inkâr fırtınalarının estiği günümüzde, saf zihinlere çelme atan sorularla; bize öğretilen bu hükme şek ve şüphe düşüren durumlarla karşılaşmaktayız!

Nitekim biri dese: “Ey filân sen diyorsun ki: ‘Allah var.’ Sonra ekliyorsun: ‘Var ama gökte değil, yerde değil, mekânla ilgisi yok!’ Sonra da hükme bağlıyorsun:’Bununla beraber Allah her yerde hâzır ve nâzır.’ -Hâşâ-  bu bir çelişki değil mi?”Ve devam etse:”Hem var hem yok diyorsun. Canım şuna açıkça yok desene! Burada mantık nerede?” Dese. Üstelik söylenene zıt bir hükümle sözü bağlasa: “Her yerde diyorsun! Güldürme beni birader, kısaca yok desene şuna!”

Gibi itirazlar, körpe dimağlarda yara açmaz mı? Çocukları şaşkınlık içinde bırakmaz mı? Evet aziz okur! İşte o gün taklidî olarak inandıklarımıza bugün tahkikî bir şekilde inanmamız ve inandırmamız gerekiyor çocuklarımızı. Yâni onlara gerçekleri görürcesine inandırmak, işitircesine benimsetmek, şek ve şüpheye yer kalmayacak tarzda inancını öğretmemiz gerekiyor.

Bizleri güya akıllıca sorular sorarak tökezletmek isteyenlere, hemen gerçek mânada akıllıca sorular yöneltmeli ve meselâ sormalıyız: “Sen canlı mısın?”  Tabii ki, ister istemez: “Evet canlıyım.” diyecek. “O hâlde Cân’ın yâni Rûh’un nerede? Kolunda mı?” Buna: “Evet.” Derse, demeliyiz ki:”Hayır. Çünkü kolsuz da yaşanıyor.” “Rûh’un bacağında mı?” Cevap yine:”Evet.” ise cevabımız: “Ama bacaksız da yaşanıyor.” olmalı. “Rûhun gözünde mi? ” Yine “Evet.”derse, o zaman yanıtımızı:”Fakat gözsüz de yaşanıyor.” şeklinde ifade etmeli.

Peki:”Rûhun, bedenin bir kısmında mı? Yoksa hepsinde birden mi bulunuyor?”diye sorunca meselâ: “Bacağımda.” dese. “Bacağı kesik olanlar, Ruhsuz mu oluyor, Cansız mı kalıyorlar? Pekâlâ yaşıyorlar. Ayaksız olanların, eğer Rûhları oradaysa, ayaksız kalınca Rûhları nereye gidiyor? Oysa ayaksız da pekâlâ yaşanıyor.”

Bu gibi soruları her uzuv ve organ için sorabiliriz. O kişi anlamak zorunda kalır ki, Rûh veya Cân dediğimiz şey; vücud ve bedenin hem her yerinde, hem de hiçbir yerinde. Rûh veya Cân’ın bedenle ilgisi ve alâkası var. Var ne demek, o olmasa canlı olamıyoruz. Ama o Rûh veya Cân’ın beden’le aynı zamanda yerleşme noktasından bir ilgisi yok.

Bedende ve organlarda hattâ hücrelerimizin her birinde âdeta görünüyor, bulunuyor. Onlara can veriyor. Hareketi sağlıyor. Ama oralarda yerleşmiş değil. Oralarda oturuyor değil. Oralarda kalıyor değil.

Öyleyse oralarda hem var hem yok. Demek ki Rûh veya Can bedende tecellî ediyor. Bedende görülüyor. Bedende iş yapıyor. Fakat bedende yerleşmeden, bedene tutunmadan. Nitekim eksilen bir uzvumuz ve organımız Rûh veya Canımıza bir eksiklik getirmiyor. Bedenin canlı olmasını engellemiyor.

Bu da gösteriyor ki, Rûh veya Can dediğimiz cevher  -gerçi onu bir şeyle vasfetmek zor ya, neyse o ayrı bir konu-  bedende değil ama bedende yansıyor, bedende tecellî ediyor.

961

Bedende görünüyor.

Tıpkı Güneş’in doğduğu zaman ve gün boyunca yer yüzünde her şeyde, her yerde, her an, sırasız olarak bir anda görünmesi, bulunması, tecellî etmesi, yansıması ve fonksiyonlarını icra etmesi gibi. Ama Güneş yerde değil. Fakat yerde bulunuyor. Yerde değil lâkin yerde işliyor. Gereken işlerini yapıyor.

Bu durumda Güneş yerde hâzır ve nâzır oluyor. Fakat yerde bulunmuyor. Yerle bir alâkası yok. Yâni Güneş mekândan münezzeh ve uzak oluyor. Bu durumda Güneş için: “Yerin hiçbir yerinde değil. Fakat Güneş, yerin her yerinde hâzır ve nâzırdır.” diyebiliriz.

Böylece Güneş’in yerdeyken, yerle bir ilgisi olmadığını da anlamış bulunuyoruz. Aynen bunun gibi, Cân Güneşi de, bedene doğduğu andan itibaren, bedenin her yerinde hâzır ve nâzır. Bununla beraber bedenle bitişikliği, kaynaştığı, onunla hemhâl olduğu söylenemez.

Çünkü herhangi bir uzuv ve organımız canlılığını yitirebiliyor. Bedenimiz, herhangi bir organdan mahrum kalabiliyor. Fakat sağlığımız ve sağ oluşumuz devam ediyor. Ruh ve Cânımızdan bir şey eksilmiyor, noksanlaşmıyor. Neden?

Çünkü Rûh veya Can, bedende fakat bedenden değil. Güneş gökten geldiği gibi, Can Güneşi de İlahî Sema’dan geliyor. Burada görünüyor. Burada yansıyor. Fakat bedeni mekân tutmuyor. Tıpkı Güneş’in de Dünya’yı mekân tutmadığı gibi.

Demek ki Allah ne yerdedir ne de gökte. Ama her yerde hâzır ve nâzır. Elbette mekândan münezzeh. Mekândan uzak. Mekânla ve yerle ilgisi ve ilişkisi  -mekân ve yer tutmak bakımından-  yok.

Güneş, battığı zaman nereye gidiyorsa, Can Güneşi de battığı zaman, yâni bedeni terkettiği zaman, Güneş gibi aslına dönüyor. Aslına kavuşuyor.

İşte  “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn.” /”Biz Allah içiniz ve sonunda O’na dönüp gideceğiz.” (Bakara: 156) Âyetinin çok hikmetlerinden birini de bu şekilde düşünebiliriz.

Evet bütün binada elektrikler yanarken, bir odanın ışığını söndürmek; elektriği bölmüş, elektriği azaltmış, elektriğe bir noksanlık vermiş olur mu? Peki öyleyse, bu elektrik nereye gitti? Burada mekân tutmamış mıydı? Buraya yerleşmemiş miydi?

Demek ki elektrik burada idi. Ama buradan kaynaklanmıyordu. Varlığı buradan ileri gelmiyordu. Burası, göründüğü bir yerdi sadece. Şimdi ise görünmez oldu. Zaten burada değildi. Geçici olarak göründü. Ona tasarruf eden isteyince de, ait olduğu yere döndü.

Döndü de ne demek? Zaten oradan ayrılmış mıydı ki? Evet sevgili okur! Tefekkür, insanı alıp götürüyor. Tatlı ve haz verici, manevî ufuklarda dolaştırıyor. Var oluşumuzun, şu Dünya’da geçici görünüşümüzün farkına vardırıyor.

Asıl ve ebedî vatanın özlemi için gönüllerimizi tutuşturuyor. Gönüllerimizi yandırıyor. Kaalden hâle yani sözden hâle geçişin, mânevî havasını teneffüs ettiriyor. Havasını sineye çektiriyor. Marifetullah, Allahı bilme ikliminde, bizleri sermest bir hâlde dolaştırıyor.

Toparlarsak, eski büyüklerimizin dedikleri gibi, anladık ki, Allah ne yerde ne de gökte. Mekândan münezzeh. Ama her yerde hâzır ve nâzır.

Dünya-Güneş ilişkisi, Beden-Cân münasebeti birer vâhid-i kıyasî yâni ölçek olarak bu konuya açıklık getiriyor gâliba. Hani derler ya: “Bir dokun bin ah dinle, kâse-i fağfurdan.” Misali  “Hiçbir yerde olmadığı hâlde, her yerde hâzır nâzırdır. Hiçbir şey O’ndan gizlenmediği gibi, hiçbir şey O’na ağır gelmez. Zerre (ve atom)larla yıldızlar, O’nun kudretine nispeten müsavî (ve eşit)tirler.” Hüküm cümlesi bizi bizden alıp götürüyor be dostlar.

Bu hükme  -sanki aklı varmış gibi- karşı çıkanlar; Mevlânâ’nın dediği gibi “yok olsunlar!” Yâni bu mânâların ışığında, o yanlış fikir ve görüşlerini yok etsinler temennîsinde bulunuyoruz.

962

Ve biliyor ve biliyorsunuz ki, ne gördüklerimiz sadece gördüklerimizden, ne de duyduklarımız sırf duyduklarımızdan ibaret. Gördüklerimiz; görmediklerimiz ve göremediklerimizin binde biri bile değil. Duyduklarımız; duymadıklarımız ve duyamadıklarımızın yüzlercesinden yine biri bile değil.

Öyleyse:”Ben yalnız gördüğüme  ve duyduğuma inanırım.”  diyenlerin kulakları çınlasın. Ve söylesinler bakalım:

Akıllarını görüyorlar mı? Yoksa akılsız mıdırlar?

Ruhlarını görüyorlar mı? Yoksa ruhsuz mudurlar?

Acılarını görüyorlar mı? Yoksa acı duymuyorlar mı?

Tadı görüyorlar mı? Yoksa tad almıyorlar mı?

Bilgiyi görüyorlar mı? Yoksa bilgisiz midirler?

Demek ki: “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.” diyen, bu sözü boşuna söylememiş.

Ya görmeyi, görebiliyor muyuz?

Ya düşünmeyi, düşünebiliyor muyuz?

Ya tasavvuru, tasavvur edebiliyor muyuz?

Ya tahayyülü, tahayyül edebiliyor muyuz?

Yani hayâl kurmayı, hayâl etmeyi, hayâl edebiliyor muyuz?

Bu soruyu çok uzatmak mümkün. Ama ârife târif gerekmez. Ârife bu kadarı da yeter.

Evet biz insanoğlu, ne biliyoruz ki aslında aziz okur! İşte bu noktada  “Bilmiyorum.”  demek, ilim oluyor. Söyleyeni gerçek bilgin yapıyor.

Öyleyse ne mutlu gerçek bilgin olanlara.

 

 

 

963- 964

Önceki İçerikAydınlar Ocağı 39. Şura Toplantısı
Sonraki İçerikİhanet Ödülü
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.