İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda dilediğince, istediği gibi hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayâtına tıbben zarar verir. Hem de helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırır. Âdeta mânevî hayâtını da zehirlemiş olur. Artık kalbe ve rûha, itaat etmek o nefse güç gelir. Serkeşâne / başına buyruk olarak dizginini eline alır. Bir daha insan ona binemez olur. O insana biner.
Delil
Biz Müslümanlar bürhâna / delile tâbi oluyoruz. Akıl, fikir ve kalbimizle iman / inanç hakikatlerine giriyoruz. Başka dinlerin bazı fertleri gibi, ruhbanları / hristiyan din adamlarını taklît için, bürhânı / delîli bırakmıyoruz.
Çünkü ancak, başlarımızı kaldırıp hakkı dinlemekle, Kur’an’ın irşadına / doğru yolu gösteren çağrılarına kulak vermekle; necat ve kurtuluşumuz mümkündür.
Fakat nefislerimizin şeytanca heves ve istekleri -Kur’an’ın sadâ ve sesini kulaklarımıza işittirecek havayı karıştırdığı için- Kur’an’ın bizleri irşat etmesine / doğru yolu göstermesine mâni’ ve engel olmuştur.
Adâlet
İnsanın fiilleri, kalbin ve hissin meyillerinden çıkar. O temâyüller, rûhun hislerinden ve ihtiyaçlarından meydana gelir. Ruh ise îman nûruyla harekete geçer. Hayır ise yapar, şer / kötülük ve fenalık ise, kendini ondan çekmeye çalışır. Artık kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlup edemez. Kısaca demek lâzımsa, had ve ceza; Allah’ın emri ve adâleti nâmına icra edildiği vakit; hem rûh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mâhiyetindeki / ruhundaki hisler etkilenir ve dikkatleri çekilmiş olur.
Fakat asıl adâlet ve etkili ceza odur ki, Allah’ın emri nâmıyla olsun. Yoksa te’sîri yüzden bire iner! İnsanlığın saâdeti, dünyada adâlet ile gerçekleşir. Adâlet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.
TEBLÎĞ
Mutlak Üstad ve herkesin kendisine uyduğu, Rehber-i Ekmel / En Mükemmek Rehber ve Kılavuz olan Resûl-i Ekrem: “Peygambere düşen ancak teblîğdir.” şeklindeki Allah’ın emrini, kendine mutlak rehber etmiş. Bir kısım insanların çekilmesi ve dinlememesine rağmen; daha çok çalışmış. Daha büyük bir gayret ve ciddiyetle teblîğde bulunmuştur. Çünkü:
“Şüphesiz ki sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin! Fakat Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir” sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayete erdirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazîfesidir. Bundan dolayı Allah’ın vazîfesine karışmazdı.
SÜNNET
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin.’ ” (Âl-i İmrân: 31) Âyet-i azîmesi, sünnete tâbi’ olmanın; ne kadar mühim / önemli ve gerekli olduğunu pek kat’î bir sûrette ilân ediyor. Şu âyet-i kerîme der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz / sevginiz varsa, Habibullah’a tâbi’ olunacak. Eğer tâbi’ olunmazsa, netîce veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Eğer Allah sevgisi varsa, netîce verir ki, Habibullah’ın sünnetine uymak gereklidir.
Evet, Allah’a iman eden, elbette O’na itaat edecek. İtaat yolları içinde en makbûlü, istikametli olanı ve en kısası, şüphesiz Allah’ın Habibi olan Hz. Muhammed’in gösterdiği ve tâkip ettiği yoldur.