Cumhuriyet’imizin ilanının 85. yıldönümünü geçtiğimiz hafta idrak ettik. Daha nice yıllar idrak edebilmemiz temennisiyle kutlu olsun.
Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşundan (hatta kurulmadan seneler öncesinden) bu yana temel niteliklerinin toplumsal ve yönetim bazında yansımalarına dair pek çok tartışmanın söz konusu olduğunu biliyoruz. Bu tartışmaların pek çoğu günümüze de intikal etmiştir.
Tabiidir ki değişim gerek insan gerekse toplum hayatında hemen kabul görebilecek, kolayca hazmedilebilecek bir süreç değildir. Bu sebeple tartışmaların olması doğaldır.
Özellikle Batı tarihinde demokrasi ve cumhuriyet mücadeleleri sert kavgalarla, çatışmalarla birlikte hatırlansa da pek çok tarih uzmanının ifade ettiği gibi Türkiye Cumhuriyeti dünyadaki birçok örneğe kıyasla kanlı toplumsal çatışmalar yaşanmadan kabul görmüştür. Dolayısıyla şiddete dayanan bir değişimi temsil etmemektedir. İşte bu nokta söz konusu tartışmalarda kanaatimce zemin alınacak esas olarak görülmelidir.
Peki, Cumhuriyet bizim için neyi temsil etmektedir? Ne getirmiştir?
Pek çok şey sayabiliriz.
Ancak kanaatimce en önemli şeylerden biri birey olma şuurudur. Zira Cumhuriyet devlet bazında tüm toplumu tek tek bireyler olarak tanımıştır. Herhangi bir topluluğun üyesi olarak değil. Yani özgür iradenin devlet ile birey ilişkisinde esas alınması söz konusudur ki bu aynı zamanda vatandaşlığın temelini de oluşturmaktadır.
Nitekim devlet ile vatandaş arasındaki bu ilişki sebebiyle Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet açısından herhangi bir “etnik ayırım veya tavır”dan bahsedilemez. Bu sebeple farklı etnik kökenden gelen mesela cumhurbaşkanımız ve başbakanımız olmuştur.
Birey olma şuuru aynı zamanda devlet yönetimi için seçme hakkının kullanılabilmesi anlamına da gelmektedir. Bu husus da Cumhuriyetimizin bize getirdiği kazanımların en önemlilerinden biridir. Zira devlet sathında kendini ifade edebilmenin en temel vasıtalarındandır. Bireyin yönetimde söz sahibi olabilmesi, hatta yönetime girme şansını yakalayabilmesi anlamına gelmektedir ki bu sayede farklı sosyal şartlardan gelen vatandaşlarımız devlet kademelerinde yer alabilmektedirler.
Bu noktada belirtmek gerekir ki sistemin doğru işleyip işlememesi onu işletecek kişilerle alakalıdır. Eğer istismar, kayırma, menfaat gibi sebeplerle doğru işletemiyorsanız burada sorumluluk yine bireylerde aranmalıdır.
Cumhuriyet bahsettiğimiz birey olma şuurunu toplum pahasına olarak düşünmediği için toplumun temel ahlaki ve kültürel değerlerinin anayasamızda göz ardı edilmediğini de görüyoruz. Bu değerlerin sağlıklı biçimde aktarılabilmesi içindir ki tarihi tecrübemiz de göz önüne alınarak mesela din eğitimini devlet eline almıştır. Atatürk, daha önce bir yazımızda temas ettiğimiz üzere, Kur’an’ın Türkçe meal ve tefsirini yaptırtmak suretiyle halkın kendi diliyle ve bizzat kaynağından dinini öğrenebilmesinin de yolunu açmıştır ki bu birey ve halk dengesinin gözetildiğine dair en güzel örneklerden biridir.
Netice itibariyle bahsettiğimiz bu tek değer bile Cumhuriyet’imizin neden yaşaması gerektiğini anlamamız için yeterlidir. Çünkü bizim Cumhuriyet’imiz birey olma şuuru ile Kur’an’ın bizi uyardığı üzere “güdülme psikolojisinden” toplumları uzak tutmaya, bunu yaparken de bireyi topluma tercih etme aşırılığına kaçmamaya vasıta olan bir yönetim şeklidir. Dolayısıyla bu kazanımlar kaybolduğu takdirde toplum olarak yaşayacağımız kayıpların telafisi de mümkün olmayacaktır…
Hayırlı haftalar.