Nâzım Hikmet (1)

70

Nâzım Hikmet hakkında kendimizi yoklasak. Ne biliyoruz onun hakkında diye. Hemen cevabını veririz: “Nâzım Hikmet mi? Bırakın şu vatan hainini canım!” deriz. Çünkü okuduğumuz birçok yayınlarda, Nâzım Hikmet böyle bir hükümle anılıyor. Nâzım Hikmet’e veryansın ediliyor.

Elbette yazılanlar lâf olsun diye yazılmış şeyler değil. Bir yaşayışın, bir faaliyetin, bir düşüncenin hükme bağlanışıdır. Bu biliş, bu onayı tasdik; bize yeterli gelmiştir. Artık ne Nâzım Hikmet’i ağzımıza alıyor, ne ondan söz ediyor, ne de onu anmaya değer buluyoruz. Çünkü o bir vatan hainidir.

Oysa Nâzım Hikmet’in hiçbir şeyini hiç ama hiç okumamışızdır. Aslında onun hakkında yargısız infazda bulunmuşuzdur bir bakıma aziz dostlar! Yıllarca peşin hükme bağladığımız Nâzım Hikmet’in bazı eserlerini okuyunca işin çehresi değişmeye başlar. Eserlerine bir göz atınca ister istemez onun hakkında, acı bir hükme vardığımız anlaşılır.

Nâzım Hikmet varlıklı ve oldukça kalburüstü, nitelikli bir ailenin çocuğudur. Kısaca paşazade durumundadır. Dedelerinden biri Mevlevîdir. İyi bir ortamda büyümüştür. İyi kişiler arasında yetişmiştir. İyi bir tahsil görmüştür. İstanbul gibi -hele o zamanlar- dünyanın cennet gibi bir tabiat köşesinde ruhen ve hissen açılıp serpilmiştir.

Nitekim bu hususları belirten şiirleri vardır. Çünkü çocuk denecek yaşta şiir yazmaya başlamıştı. Zaten bu onda bir Allah vergisiydi. Zira sizlerin de bildiği üzere şair olunmaz, ancak şair doğulur aziz dostlar! Hatta bir ara Yahya Kemal gibi büyük ve usta bir şairin özel derslerinden güzel bir şekilde yararlanmıştır.

Uzatmayayım, çünkü onun hayatına bütün detaylarıyla yer vermek bu yazının konusu değil. N. Hikmet gün gelir Anadolu’ya gider. Ankara’ya gelir. İşte bu sırada Anadolu’nun perişan hâlini görür. Virane durumuna vakıf olur. Anadolu’nun toprağı bakımsız. Anadolu’nun insanı perişandır. Yokluk cirit atmakta, fakirlik kol gezmekte. Düşman yurdun her köşesine sızmış vaziyettedir.

Şair ruhlu N. Hikmet bu manzara karşısında, sanki şoka uğrar. İstanbul gibi korunaklı bir kozadan çıkmıştır. Memleket gerçekleriyle karşılaşmış. Gerçeğin yüzü ise soğuk. Hakikatler acı. Âdeta ruhen yıkılır.

Gerçi N. Hikmet’in vatanseverliği ve inancı vardır. Vardır ama bu inançlara rağmen ülke ve ülke insanı yoksul, bitkin ve tükenmiştir. Savaştan savaşa sürüklenişler bitirmiştir Anadolu insanını. Ona göre yeni bir ruh, yeni bir nefes, yeni bir fikir lâzımdır. Vatanı ve insanımızı yeniden hayata kazandırmak gerekir. Yeniden yaşama sevincini duyurmak şarttır.

Bu duyuşla harekete geçmek ister. Aslında bu ruh, bu potansiyel, bu enerji N. Hikmet’in bildiklerinde, inançlarında vardı, yok değil. Ama acıdır ki, bu var oluş özde değil kabuktaydı. O zamanlar dinin özü gitmiş, kabuğu kalmıştı. O günkü aydınımız, bir ikilem arasında kıvranıp duruyordu.

Ne İslâm’a candan tam olarak sarılabiliyor. Ne de İslâmı büsbütün bir kenara itebiliyordu.  Candan sarılamıyordu. Çünkü İslâm’ın özünü, ruhunu kalbine koyamamıştı. Daha doğrusu koymamışlardı. Koyamamışlardı maalesef. O günkü eğitim sistemi ve hocalar. İslâm âdeta içi boş elbise gibiydi. İslâmı bir kenara da itemiyorlardı. O günkü N. Hikmet ve onun gibiler.

Çünkü arkalarında öyle muhteşem ve görkemli bir mâzi bulunuyordu ki, ona kayıtsız kalmak imkânsızdı. Ona aldırış etmemek olmazdı. Ona sırt çevirmek kadirşinaslığa yakışmazdı. Fakat güne ruhunu akıtamıyan, güne hayat veremeyen özünden soyutlanmış, mânasından uzaklaştırılmış bu kabuktan ibaret kalmış İslâmiyet onlara yetmiyordu. Onları harekete geçiremiyordu.

Zaten Osmanlı aydınlarının Batı’ya veya Kuzey’e yönelmelerine de bu boşluk sebep olmamış mıydı? Neyse bu ayrı bir konu. Tabii bu, İslâm’ın kusuru değildi. Âlim ve bilginlerimizin bize bunları aktarmadaki eksikliklerinden kaynaklanıyordu.

Doğrudan doğruya İslâm’dan ilham alınamıyor. Asrın idrak ve anlayışına sunulamıyordu, gerçek İslâmiyet. İslâm’dan bağını kopartmamakla beraber, vatanın perişan hâli düşünen kafaları yeni arayışlara yöneltiyordu. Bu arayışlar içinde kıvrananlardan biri de hiç kuşkusuz N. Hikmet idi.

 

 

Önceki İçerikŞemdinli Günlüğü
Sonraki İçerik‘Aile Bağı, En Yüce Duyguların Membaıdır.’ İyilik Meleği, Zarif Hanımefendi Belma Aksun, Ve… Erken Kaybettiğimiz Büyük Dehâ Ziya Nur Aksun…
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.