İbn – i Fadlan (10. asır) Seyahatnamesi’nde, Türklerin Müslüman oluşlarına dair çok şayan-ı hayret malumat verir. Türklerin İslam’a nasıl içten bir coşku ve sevinçle koşuştuklarını, bütün kalpleriyle ve bütün samimiyetleriyle İslam’a can u gönülden nasıl katıldıklarını, bir görgü şahidi olarak bizlere, çok canlı tasvirlerle anlatır.
Türkler, kendilerini ruhen ve manen hiç yabancı hissetmedikleri İslam’a öyle sıcak bir sarılışla sarıldılar ki, arkalarına bir daha dönüp bakmadılar. Bilinçli bir şekilde, kendilerini İslam potasında erittiler. Adeta fena fi’l-İslam olup, İslam’da yok oldular.
Öyle ki, vatanlarına Memalik-i İslam / İslam Memleketi, ordusuna Asakir-i İslam / İslam Askeri, hükümdarına Padişah-ı İslam / İslam Padişahı, Diyanet Başkanı’na / Şeyhu’l-İslam dediler.
Kısaca, İslam her şeyleri oldu. Artık İslam’ca oturdular, İslam’ca kalktılar, İslam’ca yazdılar, İslam’ca yaşadılar, İslam’ca bayram yaptılar, İslam’ca hareket ettiler. Bir an geldi ki, İslam deyince Türk; Türk deyince İslam anlaşılır oldu.
Nitekim, 19. asrın başlarında Atina’da yaşayan Müslüman Arnavutların, kendilerine Türk demeleri gibi. Kaldı ki, Batı, dün olduğu gibi, bugün de Müslüman olan bir Avrupalıya, Türk oldu diyor. Geçenlerde Avustralya’da kızın biri Müslüman olunca, ailesi “Niçin Türk oldun?” der.
Demek ki, “Türk” kelimesinde “Irk” mefhumu aramak doğru değil. Bu yüzden bu kelimeye karşı kompleks duymak yanlış. Çünkü “Türk” kelimesi, Osmanlı’da olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de, bütün Müslümanları çevreler, içine alır. Menşei ne olursa olsun, asla ayırım yapmadan, onlara şemsiyelik yapar. “Türk” lafzı -tarih boyunca- “Devlet Baba” vasfıyla aynileşmiş, tüm vatandaşlarını kucaklayan bir isim olmaktan çıkmış, bir terim niteliği kazanmıştır.
Bu millet, içlerinden Hz. Peygamber çıktığı için, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir.” muktezasınca, Arapları sevmiş ve hatta onlara, “Es-sebebü ke’l-fail” / “Sebep olan yapan gibidir.” hükmünce ve ilk önce Dünya’ya her hususta “Üstad-ı Küll” / “Her şeyde Üstad” oldukları için “Kavm-i Necib” demiş. Asırlarca Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye Sürre Alayları tertip etmiş. Mekke ve Medine halkını ihsan-ı şahaneden mahrum bırakmamıştır.
Türkler, Kur’an-ı Kerim; Arapça olduğu için hiç tereddüt etmeden Arap yani İslam alfabesini kullanmaya başlamışlar. Kur’an’da geçtiği için, Arapça kelimeleri duraksamadan alıp, Türkçeye mal etmişler. İki Cihan Güneşi Peygamber’in ve Ehl-i Beyti’nin ve O’nun büyük Sahabeleri’nin isimlerini çocuklarına iftiharla takmışlar. Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyu olan Seyyit ve Şerifleri, baş tacı yapmış, onlara hususi muamelede bulunmuş, hak ve hukuklarını korumak için Nakibü’l-Eşraf’lık Müessesesi’ni kurmuşlar. Bütün bunları yaparken, asla -Araplara karşı- bir kompleks içine girmemişlerdir.
Türkler’in bu kadar içten İslam’a gelişleri ve candan İslam’a hizmetleri, onları, Hz. Peygamber’in “Ne güzel kumandan, ne güzel asker” mealindeki övgüsüne mazhar etmiş, Allah’ın sitayişle bahsettiği bir millet mertebesine yükselmelerini sağlamıştır.
Türkler’in İslam’a, O’nun yüce Peygamberine ve O’nun pak aaline son derece samimane bağlanmaları, İla’yı Kelimetullah / Allah’ın adını yüceltmek, Fi-sebili’l-lah / Allah yolunda, on asırdır canlarını bu derece feda edip, kanlarını bu kadar akıtmaları. Velhasıl, Allah’a tam bir kul olmaları, onların yeryüzünde, insanlara asırlarca sultan olmalarını, dillerde efsaneleşmelerini, gönüllerde taht kurmalarını, dünyada en geniş ve en uzun zaman yurt tutmalarını sağlamıştır.
306
Öyle ki, o yüce soyun asrımızdaki ahfadı olan Büyük İslam Alimi Seyyid Abdülhakim Efendi (kuddise sirruh), Osmanlı’yı şöyle vasfeder: “Osmanlı’nın İslam’a hizmeti Eshab-ı Kiram’dan sonra, dereceleri ise Tabiin’den sonra gelir.” (M. Necati Özfatura, Osmanlı Sultanlarına Neden Düşmandırlar (1), 1. III. 1996 Türkiye Gazetesi)
Tarihi gerçekler, bu merkezdeyken ve son Türk Devleti aynı misyon için tarihi bir seyir takip etmeye, yine mazlum milletlerin ümidi olarak görünmeye başlamışken, “Türk” kelimesine ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin varlığına karşı, kendisini hissettiren, yersiz tahammülsüzlüğe ne demeli?
“Niye ben değil de Türkler; İslam’la yücelip, İslam’ı yücelttiler? Madem ki bu iş, benimle gerçekleşmedi, öyleyse, keşke Türkler de, böyle bir hizmette bulunmasaydılar!” demek, haset etmektir ve bunun İslam’da yeri yoktur.
Halbuki makbul davranış: “Türkler İslam’a büyük hizmetler ettiler. Ben de etmeliyim, Allah onlara nasip ettiği gibi, bana da, bu kutsal hizmeti müyesser kılsın.” diye gıpta etmektir ki, zaten İslam da bunu amirdir.